Yeni Zelanda'ya geleli neredeyse bir ay oldu. Zaman beklediğimden hızlı geçiyor. Özellikle son iki haftanın nasıl geçtiğini hiç anlamadım. İlk bir hafta alışma sürecinden dolayı daha uzun gelmişti. Gerçi o süreç de beklediğimden kolay oldu. Zaten genel olarak herşey önceden ayarlanmış olduğu için yerleşme kısmını sorunsuz atlattım. Dil problemi da olmadığı için yeme-içme, alış-veriş, vs. gibi konularda herhangi bir sıkıntı yaşamadım. İlk geldiğim hafta ara ara genel bir can sıkıntısı hakim olduysa da bu da kısa zamanda geçti.
Zaten tekdüze hayatı seven bir insan olduğum için burada da olayı çok geçmeden bir rutine bağladım. İlk hafta, aman ofise sabah erken gideyim de bütün gün çalışayım gibisinden bir gazım vardı. Bu gazla bir hafta boyunca sabah 9'da harbiden gittim ofise. Fakat sonradan farkettim ki ofise o saatte gidince özellikle öğleden sonra bayıp boş boş takılıyorum. Bunun üzerine yine erken kalkarak, önce bir miktar evde takılmaya ve ofise daha geç gitmeye karar verdim. Şimdi sabahları 8.30 gibi kalkıp 10.30'a kadar evde takılıyorum. Sonra ofise gidip öğlen bire kadar çalışma, bir iki (bazen üç) arası yemek, sonra da akşam altıya kadar tekrar çalışma gibi bir düzen otuttum. Böylece günde beş altı saat kadar verimli çalışabiliyorum ki bu İstanbul'la karşılaştırılırsa mükemmel bir süre! Akşamüstleri de genelde bir saat kadar bisikletle turluyorum. Haftasonu da gezme tozma derken zaman geçiyor.
![]() |
Çayır çimen güzel şey... |
![]() |
Şerefsiz kırmızı gaga portakal peşinde! |
Bütün bu rutinin benim en hoşuma giden kısmıysa öğlen yemekten sonra parkta takılmak. Öğlen yemeğinden sonra önce hızlıca bir kahve höpürdetiyorum (Türk kahvesini özledim yahu! Gerçi buraların americano'su da oldukça güzel ama burada americano yerine long black diyorlar!). Kahveden sonra hava da güzelse soluğu müzenin oradaki parkta alıp çimenlere seriliyorum! Bundan önce de bir yatış insanı olduğum ortadaydı (fırsatını buldun mu götü devireceksin!). Fakat burası olayı tescilledi sanırım. Anladım ki hayatımın geri kalanını çimenlerde şuursuzca yatarak geçirebilirim. Boğaziçi'nde de böyle bir şansım olmasına rağmen meymenetsiz Kuzey Kampüs'ten Güney'e inmeye karşı olan üşengeçliğim yatış sevdama üstün geliyordu oradayken hep. Fakat bu gidişle İstanbul'a döndükten sonra önümüzdeki yazı Güney çimlerde geçireceğim gibi bir hisse kapılıyorum...