30 Ocak 2012

Bir Ayın Ardından

Yeni Zelanda'ya geleli neredeyse bir ay oldu. Zaman beklediğimden hızlı geçiyor. Özellikle son iki haftanın nasıl geçtiğini hiç anlamadım. İlk bir hafta alışma sürecinden dolayı daha uzun gelmişti. Gerçi o süreç de beklediğimden kolay oldu. Zaten genel olarak herşey önceden ayarlanmış olduğu için yerleşme kısmını sorunsuz atlattım. Dil problemi da olmadığı için yeme-içme, alış-veriş, vs. gibi konularda herhangi bir sıkıntı yaşamadım. İlk geldiğim hafta ara ara genel bir can sıkıntısı hakim olduysa da bu da kısa zamanda geçti.

Zaten tekdüze hayatı seven bir insan olduğum için burada da olayı çok geçmeden bir rutine bağladım. İlk hafta, aman ofise sabah erken gideyim de bütün gün çalışayım gibisinden bir gazım vardı. Bu gazla bir hafta boyunca sabah 9'da harbiden gittim ofise.  Fakat sonradan farkettim ki ofise o saatte gidince özellikle öğleden sonra bayıp boş boş takılıyorum. Bunun üzerine yine erken kalkarak, önce bir miktar evde takılmaya ve ofise daha geç gitmeye karar verdim. Şimdi sabahları 8.30 gibi kalkıp 10.30'a kadar evde takılıyorum. Sonra ofise gidip öğlen bire kadar çalışma, bir iki (bazen üç) arası yemek, sonra da akşam altıya kadar tekrar çalışma gibi bir düzen otuttum. Böylece günde beş altı saat kadar verimli çalışabiliyorum ki bu İstanbul'la karşılaştırılırsa mükemmel bir süre! Akşamüstleri de genelde bir saat kadar bisikletle turluyorum. Haftasonu da gezme tozma derken zaman geçiyor.

Çayır çimen güzel şey...
Şerefsiz kırmızı gaga portakal peşinde!
Bütün bu rutinin benim en hoşuma giden kısmıysa öğlen yemekten sonra parkta takılmak. Öğlen yemeğinden sonra önce hızlıca bir kahve höpürdetiyorum (Türk kahvesini özledim yahu! Gerçi buraların americano'su da oldukça güzel ama burada americano yerine long black diyorlar!). Kahveden sonra hava da güzelse soluğu müzenin oradaki parkta alıp çimenlere seriliyorum! Bundan önce de bir yatış insanı olduğum ortadaydı (fırsatını buldun mu götü devireceksin!). Fakat burası olayı tescilledi sanırım. Anladım ki hayatımın geri kalanını çimenlerde şuursuzca yatarak geçirebilirim. Boğaziçi'nde de böyle bir şansım olmasına rağmen meymenetsiz Kuzey Kampüs'ten Güney'e inmeye karşı olan üşengeçliğim yatış sevdama üstün geliyordu oradayken hep. Fakat bu gidişle İstanbul'a döndükten sonra önümüzdeki yazı Güney çimlerde geçireceğim gibi bir hisse kapılıyorum...

26 Ocak 2012

Bahtsız Bedevi

Bu bedevi şansı çok acayip bir şey. İnsanı bir kez yakaladı mı peşini bırakmıyor. Hayatımın her döneminde bu şansa sahip olmuş bir insan olarak artık alışsam da başıma gelen çeşitli olaylar karşısında halen zaman zaman şaşırabiliyorum.

Örneğin bu bedelli askerlik konusu. Bunca yıl sonra bedelli askerlik çıktı. Üstüne üstlük ben de bundan yararlanmak için gereken şartları sağladım. Bir şekilde parayı da denkleştirdim. Dedim artık bu noktadan sonra bir aksilik çıkmaz. Ama öyle olmadı tabi ki ve şans yine yüzüme güldü. Bedelli askerlik başvurularının yapılma süresi benim Yeni Zelanda'da olduğum süreyle nerdeyse bire bir örtüştü. Sonuç olarak Türkiye'de bu işi halledemedim. Dediler ki konsolosluktan halledersin. Hımm tabi, kesin hallederim! Bir kere Yeni Zelanda'daki Türk Konsolosluğu Wellington şehrinde. Benim bulunduğum Dunedin'den Welington'a uçakla bir buçuk saat sürüyor. Gidiş geliş masrafı 400 TL kadar. İşi bir gün de halledemezsem ki benim durumumda çok muhtemel, bunun üstüne bir de otel parası girecek. Ama benim esas düşündüğüm konu bu değil, bu işi benim konsolosluktan nasıl halledeceğim. Türkiye'deki askerlik şubesinin bu konuyla ilgili zerre kadar bir fikri yok. Tek dedikleri konsolosluktan halledilebiliyor. Olabilir, askerlik şubesi konsolosluğun işini ne bilsin diyerek konsolosluğa telefon edip bilgi almaya karar verdim. Telefona çıkan arkadaşla yaptığım konuşmada geçen şu cümle bitirici darbeyi indirdi. "Valla bize de yapılabileceğini söylediler ama başka form falan gelmedi, sen nasıl yapılacağını öğren, gereken formları bize ulaştır, hallederiz!". Oldu canım! O zaman beni de konsolos yapın bari siz oraya, madem bu işleri ben halledeceğim! Konuyla ilgili başka bir şey demiyor ve kendime hakim olmaya çalışıyorum...

Bir başka konu da bu yeni sosyal güvenlik yasası. Bu kadar zamandır sigortalı çalışıyorum. Tam altı aylığına (o da keyiften değil) işi bıraktım, onda da yok artık çalışmayan da prim ödeyecek, vay efendim gelir beyanı yapılacak bilmem ne, bir sürü ıvır zıvır çıktı başıma. İşin saçmalığı ben sosyal güvence istemiyorum kardeşim, gitmeyeceğim senin hastahanene de diyemiyorsun. İlla ödeyeceksin prim. Sanki bu güne kadar ödediklerimizin bir hayrını görmüşüz gibi! Ne diyeyim, şans benimle olsun!

21 Ocak 2012

St Clair ve St Kilda Plajları Gezisi

Yeni bisikletim, nam-ı diğer Behçet'in şerefine bu Cumartesi'yi Dunedin'in güneyindeki St Clair ve St Kilda Plajlarını gezerek geçirmeye karar verdim. Aslında yaklaşık üç kilometrelik tek bir kumsal olmasına rağmen, kumsalın batı tarafı St Clair Mahallesi'ne, doğu tarafı da St Kilda Mahallesi'ne yakın olduğu için bu isimlerle anılıyorlar.

Ben ve Behçet.

İlk önce yola sabah erken çıkmayı planladıysam da, havanın kapalı olması ve yağmur ihtimali çıkışımı bir miktar erteledi. Öğlene doğru hava biraz daha düzelince dayanamadım, bastım pedala. Behçet'le yaptığımız 20~25 dakikalık yolculuğun ardından St Clair Plajı'na vardık. St Clair Plajı'nın bir tarafı bir set şeklinde okyanustan on metre kadar yükseltilmiş. Setin üzerinde arka tarafta restoranlar, ön taraftaysa insanların yürüyüş yapabileceği bir bölüm bulunuyor. Genelde millet çoluk çocuğunu dolaştırmaya geliyor buraya, ancak Dunedin'in genelinde olduğu gibi burada da çok bir kalabalık yok ve etrafa genel bir sakinlik hakim. Bu arada veletlerin hepsi sete çarpan dalgaların etrafı (kendileri de dahil) ıslatmasından acayip bir keyif  alıyorlar. Çete halinde dalgaların peşinden bir o yana bir bu yana koşturup durduar. 

St Clair Sahili.

Sahildeki set ve kırılan dalgalar.

St Clair'de (doğal olarak) çok miktarda martı var. Aslında bu Dunedin'in genelinde geçerli bir durum. Bir şehirde her daim martı sesi duyabilmek bence çok güzel bir olay. Denizi ve Kınalıada'daki eski yaz tatillerini hatırlattığı için olsa gerek martı sesi duymak pek bir hoşuma gidiyor. Öte yandan martı hayvanı biraz şerefsiz de bir hayvandır. Her türlü numarası vardır, elinizdeki yemeği bile kapabilir. Burada genel olarak iki cinste martı var. Bir cins bizim bildiğimiz İstanbul'daki sarı gaga martılara benziyor. Sadece sırtları biraz daha koyu renkte. Bunalar genelde kendi halinde takılıyor ve insanlara çok yaklaşmıyorlar. İkinci cins ise kırmızı gagalı ve daha küçük. Bunlar tam çirkef! Sesleri de pek bir beter, pek bir kart. Sürekli birbirleriyle didişiyorlar. İnsanların arasında dolaşmaya da alışmışlar, kolayına kaçmıyorlar. Çalışırken sıkılınca hava almak için gittiğim bir park var. Geçen gün orda takılırken bir yandan da bir gofret kemiriyordum. Bu kırmızı gagalardan biri yanıma iniş yapıp yan gözle elimdeki gofreti kesmeye başladı. Biraz üzerine gidince iki adım geri kaçtıysa da, ben yerime oturunca tekrardan götüm götüm yaklaşmaya başladı. Uzun süre birbirimizi kestik. Ben gofreti bitirince olayın büyüsü bozuldu, eleman uçtu gitti.

Çığırtkan kırmızı gaga.
Külhanbeyi kırmızı gaga.

Sarı gaga kendi halinde.














Gezimize geri dönelim. Hava o gün (aslında genelde) kapalı olduğu için olsa gerek pek denize (okyanus lan!) giren kimse yoktu. Etrafta daha çok sörfçü tayfası takılıyordu. Ben daha önce dalga sörfü yapan birini sanırım canlı olarak hiç görmemiştim. Pek yalan bir olaymış. İnsanlar sörft tahtası üzerinde açığa gideceğim diye 10~15 dakika dalgalarla boğuşuyorlar. Sonra bir 10~15 dakika da uygun dalgayı tutturmak için bekliyorlar. Tabi bu arada kıyıya sürüklenmemek için dalgalarla boğuşmaya devam ediyorlar. O arada tutturabilirlerse bir dalganın üzerinde 10~15 saniye sörf yapıyorlar. Peehh...

Dalga bekleyen sörfçüler.
Vuslata ermiş sörfçü.







Islak ama mağrur.


St Clair'de bir süre oyalandıktan sonra buranın daha batısındaki daha küçük olan İkinci Plaj (evet, adı İkinci Plaj, "Second Beach") tarafına doğru yollandık Behçet ile. Bu İkinci Plaj'a direk bir ulaşım yok. Sadece plajın üst tarafından giden bir patika var. Oradan da kıyıya inmek için oldukça akrobatik hareketler sergilemek gerekiyor. Plajın arka tarafında ise bir yamaç ve yamacın üzerinde okyanusa nazır lüküs evler var.

Second Beach.
Second Beach.

Gezinin son ayağındaysa St Kilda üzerinden plajın en doğusunda bir tepenin üzerinde bulunan Sir Leonard Wright Gözetleme Noktası'na (Lookout) gittim. Buraya giden yol sahilin biraz yukarısında ve sahile paralel olarak gidiyor. Diğer tarafında ise golf alanları mevcut. Millet bu yolun kenarına arabayı çekip, arabanın içinden okyanusu seyrediyor. Ben böyle denize nazır bir noktaya arabayı çekip takılma olayı daha bize has bir olaydır sanıyordum, ama burada da meraklısı çokmuş. Yolun diğer tarafındaki golf alanlarında da okyanusa nazır bir şekilde genci yaşlısı bir sürü insan golf oynuyor. Gerçi alanın bir kısmının mezarlığa komşu olmasından dolayı oyun sırasında topun sakıncalı yerlere gitme olasılığı yüksek gibi geldi bana. Öte yandan sürekli rüzgar esen bir yerde golf ne derece zevkli oluyordur onu da bilemiyorum. Gerçi benim gittiğim gün nerden baksan 25~30 kilometre hızla esen bir rüzgar olmasına rağmen alan oldukça kalabalıktı. Heralde alışmış insanlar.

St Kilda civarından sahil.

Sir Leonard Wright Lookout.

Gözetleme noktasından plajlar.














Burdan sonra bisiklete uzun süredir doğru dürüst binmememin verdiği bir yorgunlukla dilim hafif dışarıda bir şekilde Behçet ile beraber evin yolunu tutarak bu güzel gezimizi noktaladık.

Okyanusa nazır golf.
Mezarlığa nazır golf.

20 Ocak 2012

Tır Değil Tren Mübarek

Bilen bilir, otobüs, kamyon, iş makinası vesaireyi hep sevmişimdir. Hatta bir gün bile olsa Beşiktaş-Sarıyer hattında minibüs kullanmak gibi bir hayalim bile var bu konuda (Taksim-Sarıyer'ken daha çok seviyordum gerçi). Neyse konuya döneyim. Buradaki tırlar Türkiye'deki tek treylerli tırların aksine genelde iki treylerli oluyorlar. Yolda önünden geçerken arkası gelmiyor, tren gibi geçtikçe geçiyor :) Gerçi bir keresinde bisikletle yolun kenarından giderken yanımdan gürleyerek geçtiğinde neredeyse bisikletten düşüyordum, ama neyse! Bu kendilerine olan sevgimde herhangi bir azalmaya sebep olamdı. 


Tırlarda esas sevdiğim şey aslında vites olayı (şanzıman, hatta şanzuman olarakta bilinir). Genelde 10 ila 18 arasında vitesleri oluyor. Böylece her yol durumda motor daha verimli kullanılabiliyor. Geçen gün ışıkta bekleyen bir tanesi 0'dan 20 kilometre hıza çıkana kadar en az 6 vites attı. Çok acayip birşey! Neyse böyle de cins bir adamım işte...

16 Ocak 2012

Takipteyim

Yeni Zelanda gençliğiyle alakalı dikkatimi çeken iki garip durum var. Birincisi, kızlar arasında baş gösteren yırtık çorap ve tayt giyme furyası. Üstündeki kıyafete bakıyorsun, gayet düzgün. Hatta gıcır gıcır! Çoraba veya tayta bakıyorsun, yırtık pırtık, hatta param parça. O anda olmuş birşey değil yani. Belliki uzun süredir böyle. Hadi üstteki kıyafet de benzer bir durumda olsa, diyeceğim ki yazık, yenisini alacak parası yok heralde. Ama durum kesinlikle öyle değil. Bildiğin moda olmuş! Uğur Dündar titzliğiyle bu işin peşinideyim...

İkincisiyse daha çok kızlarda da olsa bir takım erkeklerde de gözlemlediğim sokakta çıplak ayakla gezme furyası. Yani sadece parkta bahçede bir anlık olan birşey değil, bildiğin bütün gün sokakta çıplak ayak dolaşıyorlar. Tamam kardeşim, bende çıplak ayak dolanmayı severim. Evde bana değil terlik, çorap giyince daral gelir! Denize gidersin anlarım, parkta bahçede dolanıyorsundur, toprağa çime basayım dersin anlarım. Fakat beton kaldırımda veya yolun asfaltında neden çıplak ayak dolaşırsın yahu! Hadi pisliğini boşver, o yıkarsın geçer. O asfaltta bütün gün çıplak ayak dolaşınca ayağının altı ne hale gelir yahu! Keçe gibi olur. Hobit misin sen? Bu işin üztüne de bir Sadettin Teksoy edasıyla gideceğim...

ps: Sadettin Teksoy'un bir Yeni Zelandalının yanına gidip "Yeni Zelandalı, Yeni Zelandalı, ayakların neden çıplak?" deyişini gözlerimin önüne getirdikçe bir hoş oluyorum :)

14 Ocak 2012

Yeni Zelanda'da Banka Hesabı

Geçtiğimiz hafta hesap açtırmak için buranın en büyük bankası olan Bank of New Zealand'ın üniversite yakınındaki şubesine gittim. Açık olan iki gişenin ortak sırasında iki üç kişi vardı. Burada banka veya benzeri yerlerde bizdeki gibi numeratör şimdiye kadar görmedim. Çok kalabalık olmuyor sanırım. Sıra bana gelince gişedeki orta yaşlardaki kadına derdimi anlatım. Önce, hemen hemen yeni biriyle tanıştığım her durumda gerçekleşen konuşmanın bir benzeri burada da tekrarlandı  "Ülkeye hoş geldin!", "Nereden geliyorsun?", "OO Türkiye mi, Ne kadar güzel!", "Doktora mı yapıyorsun, çok iyi!". Bu benim için artık bir rutin haline geldiyse de, bu tür yerlerde bile insanların karşılarındaki kişiye böyle ilgi göstermesi yine de hoşuma gidiyor. İşin güzel tarafı bunu iş icabı yapıyor gibi görünmemeleri. En azından bana öyle gelmedi. Kadın hesap açmayla ilgilenen kişinin şu an başka bir müşteriyle ilgilendiğini, istersem bekleyebileceğimi veya ertesi gün randevulu gelebileceğimi söyledi. Ben diğer memurun işi heralde beş on dakikaya biter, gelmişken işimi halledeyim diye düşünürken, kadın yarın bir uygun olur mu diye sordu. Kadının bu harektini bekleme seçeneğinin pek akıllıca olmayabileceğine yorarak olur dedim.

Ertesi gün saat birde şubeye gittiğim de önceki gün beni bekletmek yerine niye randevu verdikleri ortaya çıktı. Hesap açmakla ilgilenen kadının adı Crystal (kendisiyle pek bir samimiyiz :P). Crystal'la da önce yukarıda yazdığıma benzer bir konuşma geçti. Sonra beş on dakika kadar ne türde hesap(lar)a ihtiyacım olduğunu konuştuk. Hangi hesabın açılacağna karar verdikten sonra gerekli formları bizzat kendi doldurdu, doldururken de neyi niye doldurduğunu tek tek anlattı. İmzaladığım her belgenin ne olduğunu önce özetledi, sonra da belgeyi okuttu. Belge işlerinin ardından da Internet sayfasını nasıl kullanacağıma yönelik on dakikalık hızlandırılmış bir kurs verdi. Son olarak da benle gişeye gelip yanımdaki nakit parayı yeni açtığım hesaba yatırmama yardımcı oldu! Kadın bana hesap açmak için resmen kendini paraladı kardeşim :) Bizde olsa eline bir form tutuşturup, bunu doldur derler! Dolduruken soru sorsan (Ziraat veya benzeriyse) memur sana kızabilir veya (Garanti veya benzeriyse) "Kardeşim bu da sorulur mu, angut musun!" kıvamında bir suratla cevap verir! Sonuç olarak 45 dakikada bankadan çıktım (iş bazında throughput düşük de olsa utilization yüksek). Tabi bana bu kadar zaman harcanmasının yabancı olmamla ilgili olma şansı yüksekse de, daha sonra bankamatik kartımı almak için bankaya tekrar gittiğimde Crystal'ın benim bankada geçirdiğim 10~15 dakikalık süre boyunca sadece (yerel bir vatandaş olduğu belli olan) tek bir müşteriyle ilgilenmesi ve ortada bekleyen başka kimsenin de olmaması (bakınız randevu), bu şüphemin yersiz olabileceği ve herkese benzer süre harcadığı izlenimine kapılmama sebebiyet verdi! Hizmette sınır yok...

11 Ocak 2012

İlk İzlenimler

Birinci haftamı geride bıraktığım Yeni Zelanda'yla ilgili ilk izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. Öncelikle insanlarından başlıyayım. Genel olarak arkadaş canlısı ve güler yüzlü insanlar. Hemen her konuda çok yardımcı oluyorlar. Bu sadece okul çevresindekiler için geçerli değil. Marketteki kasiyer, restorandaki garson, otobüs şöförü, hepsi benim ne dediklerini anlamamamı veya saçma sorular sormamı önemsemeden ellerinden geldiğince işlerimi halletmeme yardımcı oldular. Gudubet Avrupa ahalisinin benzer durumlardaki tavırlarını  düşündükçe bu insanları daha da takdir ediyorum. Yalnız buranın ahalisinin benim İskoç aksanına benzettiğim bir aksanı var (çoğunun dedesi İskoç göçmeni olduğundan olsa gerek). Gerçi İskoçlardan daha anlaşılır konuşuyorlar ama özellikle kendilerini kaptırıp hızlı konuşmaya başladılarmı arada birkaç kelime yakalamaktan öteye gidemediğim durumlar oluşabiliyor.

Benim bulunduğum Dunedin (İskoçya'daki Edinburgh'nun eski Kelt dilindeki ismi) yaklaşık 100000 nüfuslu küçük bir şehir. Şehri genel olarak Otago Üniversitesi ve turizm götürüyor. Genelde sakin bir yer, gürültü patırtı, trafik yok. Evler bir veya iki katlı. Sadece şehir merkezindeki hastane, otel vs. gibi binalar çok katlı. Onlar da en fazla beş altı katlı. Şehir küçük olmasına karşın her türlü imkan mevcut. Doğal olarak etrafta bir İngiltere havası hakim. Yaşam olarak da Avrupa'daki küçük bir şehirden pek farkı yok diyebilirim.

Hava oldukça serin. Yaz mevsimi olmasına rağmen gündüz 20 derecenin üstüne pek çıkmıyor. Gece 13~14 civarlarına iniyor. Genelde rüzgarlı. Bir de hava sürekli kapayıp açıyor. Sabah günlük güneşlikken bir iki saat sonra kapayıp hafiften bir sağnak indirebiliyor, sonra tekrar açıyor. Öte yandan güneş çıktımı da ciddi yakıyor. Hava raporlarında güneş kremi kullanılması için uyarı bile yapıyorlar! İşin ilginci soğuk bir memleket olmasına rağmen evlerde ciddi bir ısıtma tertibatı veya izolasyon bulunmaması. Genelde "heatpump" dedikleri bir sistem kullanıyorlar. Bu sistem gündüz evin çatı arasında oluşan sıcak havayı evin içine dağıtma mantığıyla çalışıyor. Benim evdeki dereceye göre bulutlu günlerde bile çatı arasındaki sıcaklığın 30 dereceyi geçtiği düşünülürse oldukça verimli bir sistem gibi görünüyor. Ancak doğal olarak özellikle kışın tek başına yeterli olmuyor. Bu durumlar için genelde elektrikli ısıtıcı kullanılıyor. Alternatif olarak gaz sobası da kullanıyorlarmış. Öte yandan buranın ahalisinin soğuğa alışık olduğunu da unutmamak lazım. Benim ilk geldiğim gün hava güneşliydi. Buna rağmen sıcaklık taş çatlasa 22 bilemedin 23 dereceydi herhalde. Ben İstanbul'un leş yazlarına alışık biri olarak hava da pek sıcak değilmiş diye düşünürken havaalanında herkes birbirine bu ne sıcak be kardeşim kıvamında şikayet ediyordu. Gerisini siz düşünün.

Yeni Zelanda genel olarak pahalı bir yer! Para birimi Yeni Zelanda Doları. Yaklaşık 1.5 TL'ye karşılık geliyor. Dışarda yemek yersen öğrenci işi yerlerde bile 15~25 TL gibi bir rakamı gözden çıkarmak gerekiyor. Elimden geldiğince evde yemeye çalışıyorum, ama alışmışım dışarda hazır yemeye. Zor oluyor bazen. Bu vesileyle TÜBİTAK'a da her memlekete 1400~1500 Dolar burs verirken Yeni Zelanda'ya 1150 Dolar burs verdiği için ayrıca hürmetlerimi sunuyorum!

İçinizde orda senden başka Türk yoktur heralde diye düşünen arkadaşlar olduğunu biliyorum! Var canım, olmazmı hiç! İki tane Türk restoranı var. Biri oldukça lüks, diğeri alamancı kebepçı havasında. Onu bırak, geçen gün sokakta yürüken yanımdan geçen iki kişi Türkçe muhabbet ediyordu! Suratımda bir tebessümle yürüdüm yolun geri kalanını...

8 Ocak 2012

Yeni Zelanda Seferi - Bölüm 2: Singapur'dan Dunedin'e

Yeni Zelanda'ya olan yolculuğuma kaldığım yerden devam ediyorum. Bu kez rota Singapur'dan Christchurch'e. Salı günü yerel saatle 19:45'de (Salı 13:45 TSİ) SQ297 sefer sayılı uçağın 50. sırasının K koltuğunda Singapura veda ediyorum. Bir önceki uçuşta olduğu gibi uçağa ilk bindiğimde yanıma kimse oturmadı. Aradan zaman geçtikçe ve başka sıralarda da ara ara boşluklar olduğunu görünce, bu sefer yanım boş kalacak diye içimi bir umut kapladıysa da son anda iki Çin'li hatun gelip yanıma çömdüler. İşin kötü yanı bu sefer öndeki koltukla ara da dar. Yapacak birşey yok, çaresiz katlanıcaz! Yaklaşık 30 küsur saattir doğru dürüst uyumamanın etkisiyle ilk yemeğin ardından hemen sızmışım. Tekrar uyandığımda cin gibiydim. Hah dedim beş altı saat uyudum heralde. Bir de baktım iki saat bile olmamış. Bidaha da uyku yalan oldu. Uçuşun geri kalanında mala bağlamış modda önümdeki ekrana bakıp durdum. Bu arada uzun uçuşlarda yemek işi çok fena. İnsan oyalansın diye olsa gerek habire yiyecek birşeyler dayıyorlar. Zaten o kadar saat oturuyorsun, üstüne bir de devamlı yemek, karşında saçma sapır bir ekrana bakıp duruyorsun. İnsanların bir sistem tarafından kontrol edildiği bilim kurgu filmlerinden bir sahneyi andırıyor aslında!

Yeni Zelanda'ya iki saat kala hava aydınlanıyor ama aşağısı pek bir bulutlu. Ekrandan uçağın Avusturalya ve Yeni Zelanda arasında okyanus üzerinde olduğunu görüyorum ama bulutlardan okyanusu bir türlü göremiyorum. Neyseki bir süre sonra bulutlar aralanmaya başlıyor ve sonunda okyanus görünüyor. Hevesle Yeni Zelanda'yı görmeyi bekliyorum. Christchurch Güney Adası'nın doğu sahilinde bulunuyor. Uçağın yaklaştığı batı tarafındaysa Güney Alpleri olarak bilinen dağ sırası ve fiordlar var. Daha önce fotoğraflardan gördüğüm manzarayı sonunda bizzat canlı olarak görüyorum. Fiordlar uçaktan gerçekten muhteşem görünüyor. Uykusuzluğun verdiği kafa bulanıklığından olsa gerek, fotoğraf makinası yanımda olmasına rağmen makinayı çıkarıp fotoğraf çekmek ne yazık ki aklıma gelmedi. Merak edenler çekimi biraz kötü de olsa şu vidyoya bakabilirler. Fiordlar bitip dağlar yükselmeye başlayınca kendimi Lord of the Rings'i tekrardan seyrediyormuş gibi hissediyorum. Önce Misty Mountains üzerinden uçuyoruz, daha sonra dağlar alçalmaya başlıyor ve Rohan'ın düzlükleri görünüyor. Christchurch, Minas Tirith'e pek benzemese de onu da idare ediyorum artık :).

Çarşamba günü yerel saatle 10:35'de (Salı 23:35 TSİ) Cristchurch'e indim. Cristchurch havaalanı oldukça mütevazi bir havaalanı. Zaten ülke genel olarak sapa bir yerde olduğu ve çok fazla yurt dışı bağlantı noktası da olmadığı için büyük bir havaalanına pek gerek de yok. Türkiye'deyken burda pasaport kontrolünde kıllık çıkarırlar mı diye açıkcası biraz korkuyordum. Bu konuda "Border Security: Australia's Front Line" adlı programa çok teşekkür ediyorum. Bu özetle Avusturalya havalanlarındaki sınır güvenliğinin insanları genelde saçma sapır sebeplerden ülkeye almamasını anlatan bir program. Avusturalya ve Yeni Zelanda da, Avrupa'daki Schengen mantığına benzer bir sınır mantığına sahip olduklarından, izlediklerime benzer bir saçmalık benim başıma da gelir mi acaba diye düşünerek sırada beklerken hemen önümdeki iki adamı da polisler kollarına girip götürünce, aha dedim yan basmaya doğru gidiyoruz (neye olduğunu anlayan anladı)! Bozuntuya vermemeye çalışarak ürkek adımlarla bankodaki memura yaklaştım. Elimde seksensekiz tane belge, ne istese hemen gözüne sokmaya hazırım. Memur pasaportu istedi. Verdim. Pasaporta baktı, yüzüme baktı, damgayı vurdu, pasaportu geri verdi, "Next!" dedi. Yok artık, bu muydu lan!

Yolculuğumun son ayağını Christchurch'den Dunedin'e yaptığım bir saatlik uçuş oluşturdu. Bu uçuşun benim için ilginç yanı yolculuğu yaptığım ATR 72 model uçaktı. Yanlış hatırlamıyorsam hayatımda bindiğim en küçük uçaktı. Bu uçuşun sonunda Çarşamba günü yerel saatle 14:25'de (Çarşamba 03:25 TSİ) toplam 38 saatin ardından İstanbul'dan çıkp Dunedin'e varmış oldum. Vatana millete hayırlı, uğurlu olsun!

6 Ocak 2012

Yeni Zelanda Seferi - Bölüm 1: İstanbul'dan Singapur'a

Yeni Zelanda'ya olan yolculuğuma 2 Ocak Pazartesi günü başladım.  Kıyafetleri içeren bir bavul, fotoğraf makinası ve aparatlarını içeren askılı bir çanta ve Altan'dan (kendisi sırt çantam olur) ibaret olan yol arkadaşlarımla beraber sabah 9:30 gibi bölümden çıktım. 59RS, Metro ve Havaş vasıtasıyla Atatürk Havaalanı'na ulaştım. İlk korkulu rüyam, yol arkadaşlarımın kilo engeline takılmalarıydı. Lakin beklediğimden hafif çıktılar, sıkıntı olmadı. Check-in yapan görevli kadın, uçuş rotamın dolambaçlı yollarında kafası karışmış bir şekilde (ara ara gidecek başka yer bulamadın mı der gibi yüzüme bakarak) işlemlerimi yaptı.  Sadece kıyafetlerin olduğu bavulu bagaja verdim. Kendisinin benimle birlikte Yeni Zelanda'ya gelmek yerine bir süre başka yerlerde takılma ihtimali olabileceğinden önemli herşeyi Altan'a yükleyip yanıma aldım.

Saat 13:00 civarında üzerinde 31A yazan biniş kartımla Singapur Havayolları'nın SQ391 sefer sayılı uçağına adımımı attım. İstanbul'dan Singapur'a olan uçuş 10 saat kadar sürüyor. Yolculuğun rahat geçmesi için iki kilit nokta var. Birincisi önümdeki küçük LCD ekrandaki film, oyun vesairenin beni ne kadar oyalıyacağı. Neyseki film ve dizi arşivi fena çıkmadı, arada bir iki de sudoku çözerek bütün uçuşu geçirdim. Uzun uçuşun ikinci kilit noktasıysa sizin koltuğunuzun rahatlığı ve yanınızdaki insanın fiziksel ve ruhsal durumunun bileşke fonksiyonundan oluşuyor. Koltuk dar, yandaki vatandaş da sisman ve konuşkansa uzun yol iyice kabusa dönüyor. Uçağa binip, 31. sıranın biznis kılasın bitip züürt sınıfın başladığı yer olması sebebiyle koltuğun önündeki normalden büyük olan boşluğu ilk gördüğümde, bedelliye hak kazanan bir doktora öğrencisi gibi şenlendim. Üstüne bir de tüm yolcular bindikden sonra yanıma kimse oturmayınca tam keyfimden şuurumu kaybedecek kıvama geldiğim o anda bir görevli uçağın arka tarafından iki kişiyi getirip yanıma oturtu verdi. Keyfim biraz kaçtıysa da "aza tamah etmeyen çoğu bulamaz" diyerek (yok artık!) kendimi teskin ettim. Vatandaşlar ilginç tipler çıktı. Diyarbakır'da hayvansal ilaç satan bir firmada çalışıyorlarmış. Kotalarını doldurunca şirket bunları Tayland'a taile göndermiş. Toplam on kişiymişler. Oha, o ne lan! Tayland'a on adamı tatile göndermek nasıl bir olaydır. Neyse konunun detaylarına girmek istemiyorum. Neyseki uçuş boyunca bibirleriyle muhabbet ederek bana çok bulaşmadılar.


Uçak Singapur'un Changi Havaalanı'na yerel saatle sabah 5:25 (23:25 TSİ) ciavarında indi. Singapurdaki aktarma sürem yaklaşık 14 saat! Bir yandan nasıl geçer bu kadar zaman hava alanında diye düşünüyorum, bir yandan da bastıran uykuyla mücadele ediyorum. Uyusam iyi olur ama, Altan'a veya fotoğraf makinasına birşey olur diye tırsıyorum. Biraz etrafı dolandıktan sonra sonunda bir koltuğa yığılıp beklemeye başladım. Saat erken olduğu için etrafta pek hareket yok. Havaalanı genel olarak hoşuma gitti. Işıklandırmadan mıdır, mobilyalardan mıdır sıcak bir havası var. Bir de her yerde büyük ekran televizyonlar var. Herbirinde farklı belgeseller, filmler yayınlanıyor. Zaman geçirmede çok faydalı. Altanı ayaklarımın altına alıp fotograf makinasına da sarılıp tavşan uykusuna dalıyorum. İki üç saat bu şekilde oyalandıktan sonra daha önce Web'de gördüğüm, benim gibi uzun süre aktarma bekleyenler için havaalanının düzenlediği ücretsiz otobüsle şehir turuna kayıt yaptırdım. Benim gibi 20 kadar zavallıyla bir otobüse doluşup şehri turlamaya başladık. Rehber biraz kafayı çizmiş sanırım. Sürekli olarak yok Singapur şöyle güzel, yok Singapur böyle muhteşem gibisinden birşeyler anlatıyor. Tamam kardeşim şehir güzel ama sen niye pazarlamacı moduna girdin! Bir de aralarda ne alakaysa Ricky Martin'in vakti zamanında meşhur olan bir şarkısını söyleyip durdu. Neyse, rehberi boşverip kısa bir Singapur yorumu yapmak gerekirse, bir devletin çok parası olursa ve bu parayı halka iyi paylaştırırsa insanlar ırk, din, dil vesaireye takılmadan gül gibi bir arada geçinip gidebiliyorlarmış. Malay'ı, Çinli'si, Avrupalı'sı hepsi bir arada sorunsuz takılıyorlar. En düşük gelirli vatandaşın bile devlet desteğiyle de olsa kendi evi var. Şehir (biraz fazla) düzenli. Tek sorun cehennem gibi bir sıcak ve korkunç rutubet!


Turdan sonra havaalanında yarı uykluyarak, yarı Web'de takılarak bir sonraki uçuşumu beklemeye başladım ki bu hikaye de bir dahaki sefere!


Yeni Zelanda'nın nesi yeni?

Yeni Zelanda'yla ilgili şahsıma sıkça sorulan soruların cevapları ve yararlı yararsız bilgiler:

Soru: Yeni Zelanda dediğin Avusturalya'nın oraya düşüyor di mi?
Cevap: Yeni Zelanda, Avusturalya'nın yaklaşık 2000 km güneydoğusunda (karşılaştırma için yaklaşık İstanbul Frankfurt arası kadar) bulunuyor. Yani, evet dünya haritasına bakınca oraya düşüyor ama aslında tam da orada değil.

Soru: Oha! Bildiğin uzakmış yahu! Kaç kilometre peki Türkiye'den kuş uçuşu bu memleket?
Cevap: Türkiye Yeni Zellanda arası kuş uçuşu mesafe yaklaşık 17500 km (karşılaştırma için dünyanın çevresi yaklaşık 40000 km).

Soru: Yuh! Çok uzakmış lan! Nasıl gidilir peki oraya, kaç saat sürer, kaç paraya patlar (gizli soru: sen hazır ordayken bizde bir yanına gelsek mi?):
Cevap: Aklıselim insan bu mesafeyi uçakla katediyor. Singapur veya Dubai'de aktarma yapıyorsun. Aktarmalar hariç uçuş 20~22 saat kadar sürüyor. Biletler gidiş-dönüş 1600~1700 Euro arasında değişiyor. (gizli cevap: gelemen!)

Soru: Saat farkı nedir?
Cevap: O iş biraz karışık! Yaz saati uygulaması işi bozuyor. Malum Kuzey Yarımküre'de yazken (kışken) Güney Yarımküre'de kış (yaz) oluyor filan falan. Sonuç olarak saat farkı Türkiye'de yaz saati uygulanırken 9, Yeni Zelanda'da yaz saati uygulanırken 11 saat oluyor.

Soru: Havasıda sıcaktır şimdi oranın!
Cevap: Yeni Zelanda'da kuzeyden güneye doğru yaklaşık 1600 km boyunca uzanan iki adadan oluşuyor. Adaların isimleri çok yaratıcı! Kuzeydekinin ismi "Kuzey Adası", güneydekinin ismi "Güney Adası". Güney Adası'nda en yükseği 3754 metre olan "Cook Dağı" ile beraber 18 tane 3000 metre üzeri zirvesi olan ve "Güney Alpleri" olarak bilinen sıra dağlar var. Bunlar yetmezmiş gibi adalar güney okyanusunun hemen kıyısında olunca hava şartları konuma ve zamana bağlı olarak çok fazla farklılık gösterebiliyor. Kuzey adası genel olarak daha ılıman bir iklime sahipken güneye gidildikçe hava soğuyor. Benim bulunduğum yer olan Dunedin şehri hemen hemen en güneyde. Bu yüzden oldukça serin! Örneğin şu an yaz mevsiminin ortasındayız ve Dunedin'de hava gündüz en yüksek 19 derece. Öte yandan kuzeydeki Auckland'da 26 derece. Bunun yanında hava günlük güneşlikken bir anda kapanıp 10 dakika deli gibi sağnak indirip sonra tekrar açabiliyor.

Soru: Yeni Zelanda İngiliz sömürgesi midir, Avusturalya'ya mı bağlıdır?  Yoksa nedir bu memleketin olayı?
Cevap: Yeni Zelanda 1854'den beri parlementer monarşiyle yönetilen bağımsız bir devletdir. Yani bizim İngiltere Kraliçesi olarak bildiğimiz 2. Elizabet aynı zamanda Yeni Zelanda'nın da kraliçesidir (aynı zamanda Avusturalya, Kanada ve başka bir sürü ufak tefek ülkenin de kraliçesidir). Ancak, aynı İngiltere'de olduğu gibi ülkenin idaresinde söz sahibi değildir. Bu işler karısık işler (bakınız westminster system, commonwealth realm) olmakla birlikte sonuç olarak bağımsız bir ülkedir!

Soru: Yeni Zelanda'da kanguru veya koala var mı?
Cevap: Doğal ortamda yok, hayvanat bahçesinde var.

Soru: Aborjin var mı Aborjin?
Cevap: Avusturalya'dan göçenleri saymazsak yok. Adaların yerli halkı Maoriler. Polenezya'dan gelen Maoriler adalara ilk kez 1250~1300 yıllarında gelmişler. Onlar da çok yerli sayılmazlar yani. Onlardan öncede adalarda iki ayaklı maymun yerleşimine rastlanmamış.

Soru: Ulan, kanguru yok, koala yok velhasıl Aborjin de yok! Ne zıkkım yaşar lan bu memlekette?
Cevap: Ülkenin resmi hayvanı "kiwi" kuşudur. Kendisi evrimin bir cilvesi olarak etrafta bunu avlayacak avcı hayvanlar olmadığı için uçma yetisini kaybetmiştir. Ülkenin resmi sembolüdür. Ayrıca Yeni Zelanda ahalisinden olanlara Kiwi de denir. Bunun haricinde adaya özgü birçok başka kuş, kurbağa, kertenkele türleride mevcut olmakla beraber her zaman olduğu gibi cinsimizin adalara gelişiyle bu türlerin birçoğunun soyu tükenmiştir.