13 Haziran 2012

After Action Report: Queenstown

Olukça gecikmeli olarak da olsa sonunda Queenstwon raporumu yazıyorum :) Qeeunstown, Güney Adası'nın batısında Wakatipu Gölü kıyısında küçük bir tatil kasabası. Queenstown 1860'da bir kaç çiftçi tarafından kurulmuş. İki sene sonra bögedeki nehirlerde altın bulununca bir altına hücum dönemi yaşamış. Son zamanlarda da doğasından dolayı bir tatil kasabası halini almış. Burası özellikle Yeni Zelanda'nın doğa sporları başkenti olarak biliniyor. Benim bildiğim (veya ilk defa duyduğum) her tür doğa sporunu burada yapmak mümkün. Özellikle yürüyüş parkurları açısından aşmış bir bölge. Bir kaç saatlik çok basit parkurlardan, bir kaç hafta süren ve ciddi kondisyon ve çoğunlukla da dağcılık bilgisi gerektiren parkurlara kadar onlarca parkur belirlemişler. Uzun parkurlarda ayrıca insanların kullanabilecekleri kulübeler yapmışlar.

Yolculuk detaylarına geçersek, sabah 10'da Dunedin'den otobüsle Queenstown'a doğru yola çıktım. Aslında tam otobüs de denemez, münübüsten hallice bir taşıt diyelim. Zaten yolda bütün kasabalarda durduk, şoför de yolcuların çoğuyla kanka olmuş, herhalde devamlı kullanıyorlar! Dunedin'den Queenstown yaklaşık dört saat sürüyor. Bu bölgeye Central Otago deniyor, Orta Anadolu'ya ithafen Orta Otago diyebiliriz. Öte yandan benzerlik sadece isimle de kalmıyor. Bu bölge hem coğrafi olarak, hem de kasabalardaki hava açısından Orta Anadolu'ya cidden çok benziyor. Bir ara kendimi Orta Anadolu'da bir yerden bir yere giden yerel dandik otobüs firmalarından birinde (örneğin "Öz Otago Seyahat") yolculuk ediyormuşum gibi hissettim diyebilirim.

Queenstown'a varınca önce kalacağım otele gidip eşyaları bırakmaya ve sonra da etrafı gezmeye karar verdim. Burası turistik bir yer olduğu için her yer otel. Buna rağmen dandik otellerin fiyatları bile oldukça yüksek. Oda fiyatlarındaki önemli bir etken odanin göl manzarası olup olmaması. Manzaralı odalar manzarasızlara göre neredeyse bir buçuk kat daha pahalı. Ben odada pek zaman geçirmeyi düşünmediğim için gitmeden önce bulabildiğim en ucuz giriş katı manzarasız odaya rezervasyon yaptırmıştım. Otele gidince resepsiyondaki görevli benim odamda bir sorun olduğunu ve bana üçüncü katta başka bir oda verdiklerini söyledi ve bunun bir sorun yaratıp yaratmayacağını sordu. Ben zaten en ucuz odaya rezervasyon yaptırdığım için yeni odanın daha kötü olma şansı olmadığını düşünerek sorun yok dedim. Anahtarımı alıp odama doğru yönelirken kafamda bir şimşek çaktı. Üçüncü kat mı? Rezervasyon yaparken üçüncü katta hiç manzarasız oda görmemiştim! Ahha! Bedavadan manzaralı odanın gazıyla adımlarımı sıklaştırıp odaya vardım. Odaya girdiğimdeyse kısa süreli bir algı buhranı yaşadım. Bu buhranın sebebi bana otel odası değil de iki oda bir salon dublex daire vermiş olmalarıydı. Emlakçı ağzıyla, 2+1, 120 metrekare ultra lüks göl manzaralı keyifli dublex daire. Burada itiraf ediyorum, görgüsüzlüğü abartıp odada kaldığım iki gecede de farklı odalarda yattım :)

Odadan manzara
Odadan manzara
Otel işini hallettikten sonra dolaşmak için dışarı çıktım. Queenstown'ın merkezi oldukça küçük. Genelde restoran, bar ve lüks markaların mağazalarının olduğu küçük bir çarşısı var. Bunun haricinde tüm göl kenarı park olarak düzenlenmiş. Bir de büyükçe bir botanik bahçesi var. Zaten Yeni Zelanda'da her şehrin orta yerinde mutlaka bir botanik bahçesi var. Yol yorgunluğu ve havanın da kararmasıyla bir şeyler atıştırıp otele geri döndüm.


İkinci günün tamamını Fiordland Milli Parkı turuna ayırmıştım. Fiordland Milli Parkı, Güney Adası'nın güneybatı ucunda bulunuyor. Bu bölgede buzul çağında oluşmuş bir çok fiyord ve göller var. Parkın içinde tek bir asfalt yor var. Zaten katıldığım tur da bu yolu takip edip ilginç noktalarda durup fotoğraf çekmekten ibaretti. Öte yandan sırf yolda etrafı seyretmek bile görsel açıdan çok zevkliydi. Doğa gerçekten çok güzel. Bu pek anlatılacak bir şey değil tabi, görmek lazım :) Turun sonunda da burdaki fiyordların en meşhurlarından biri olan Milford Sound'da bir tekne gezisi yaptık. Bu fiyordun iki tarafı da 1000 metreye kadar yükselen dik kayalıklarla çevrili. Oldukça etkileyici bir yer, insanın görsel algısı oldukça karışıyor, her şey çok büyük. Sabit bir kütle gibi görünen buzulların bu kadar ilginç yer şekilleri oluşturabilmesi de oldukça etkileyici bir durum. Buradaki başka ilginç bir ayrıntı da fiyordların isimlendirilmesiyle ilgili. Bu fiyordları ilk keşfedenler buraları fiyord değil de "sound" olarak isimlendirmişler. "Sound" için Türkçe'deki coğrafi terim nedir bilmiyorum, biri beni aydınlatırsa sevinirim! Basit olarak fiyord ve sound arasındaki ayrım şu. Fiyorlar buzulların oluşturdukları vadilere deniz suyu dolmasıyla oluşurken, soundlar akarsuların oluşturdukları vadilere deniz suyu dolmasıyla oluşuyor. Bu bölge ilk keşfedildiğinde böyle bir ayrım yokmuş ve bu fiyordlar sound olarak isimlendirilmişler. Sonra da herkes bu şekilde alıştığı için değiştirmemişler.




Queenstown bir tepenin eteğine kurulu. Bu tepenin zirvesinde bir mesire yeri (bayılıyorum bu lafa) var ve buraya bir teleferik kullanarak ulaşılıyor. Son gün dönüş otobüsünden önce olan zamanımın bir kısmını burada geçirmeye karar verdim. Manzarası çok güzel. Bütün Queenstown ve Wakatipu Gölü'nü çevreleyen dağlar buradan görülebiliyor. Bunun haricinde burayı çevredeki yürüyüş ve dağ bisikleti parkurlarının başlangıç noktası olarak da düzenlemişler. Yamaç paraşütü yapmak da mümkün. İlk önce manzaraya bakıp tekrar aşağı inerim diye düşünüyordum, ama burası çok hoşuma gitti ve yemek işini de burada halledip üç saat kadar burada oyalandım. Daha sonra Öz Otago Seyahat'in Dunedin seferiyle eve dönerek bu yolculuğu da tamamladım.


Not: Diğer fotoğraflar için bağlantıyı dürtün!

23 Nisan 2012

Rugby Çılgınlığı

Buraya geldiğimden beri bir rugby maçına gitmek istiyordum, ama şimdiye kadar bir türlü denk gelmemişti. Sonunda geçtiğimiz hafta sonu şehrimiz Dunedin'in güzide takımı Higlanders ile Auckland temsilcisi Blues arasındaki maça giderek bu isteğimi gerçekleştirdim. Son saniyesine kadar çekişme içinde geçen maçı takımımız Higlanders 30-27 kazanarak bu sezonki başarılı performansını sürdürdü.

Malum, rugby Türkiye'de hemen hemen hiç bilinmeyen bir spor. Daha çok bilinen Amerikan Futbolu'na benzetilse de aslında çok farklı bir oyun. Kuralları oldukça karışık. Örneğin ofsayt çizgisi karşı takımın oyuncularından bağımsız olarak sadece topun yerine göre belirleniyor. Genel olarak topun ilerisinde olan oyuncu ofsayt oluyor (genel lafından anlaşılacağı üzere ofsayt tanımının değiştiği durumlar var ama anlatması çok karışık, merak eden açsın kural kitabını okusun). Esas ilginç kural ise topu bilinçli olarak ileriye doğru atarak saha kazanmanın yasak olması. Bu ofsayttan bağımsız. Yani, topu ileriye doğru atarsan, bir takım arkadaşın o anda ofsayt olmasa bile koşup topu yakalayamıyor. Hal böyle olunca oyunda hücum etmenin tek yolu topu tutan oyuncunun ileriye doğru koşması oluyor (aslında başka yollar da var ama kurallar kurallar...). Bazı durum ve taktikleri henüz tam çözemesem de genel olarak seyretmesi zevkli bir spor. Oyun çok durmuyor (hakem genelde pozisyonları avantaja bırakıyor) ve oyun sırasında da sürekli hareket var. Etrafta her an üstüne atlamaya hazır üç beş izbandut rakip olunca, normal olarak topu tutup zaman geçireyim gibi şeyler yapılmıyor oyuncular.

Öte yandan rugby oldukça vahşi de bir spor. Tamam, biliyorum, dövüş sporları adı altında bir takım sporlar var. Ancak bu sporlarda adı üstünde, amaç karşıdakini pataklamak. Rugby'nin tanımındaysa böyle bir şey olmamasına rağmen millet birbirini fena pataklıyor. Sonuçta rakibe vurmak yasak ama oyuncular birbirine öyle bir giriyor ki ben o sahaya çıksam iki dakika sonra beni çimlerden spatulayla kazımaları gerekir. Ama oyuncularda nasıl bir fizik kondisyon varsa, adamlara bir şey olmuyor. Örneğin benim gittiğim maçta bir adamın kafası patladı. Şaka değil, bildiğin herifin beyni aktı sahaya. Ben dedim adam sizlere ömür. Artık mevtayı ertesi gün öğle namazını müteakip Dunedin Asri Mezarlığı'na gömeriz. Ama ben bunu düşünürken ne oldu, bir sağlık görevlisi geldi, o ikiye ayrılmış kafayı yarım yamalak bir bandajla sarıp tekrar bir araya getirdi ve o çoktan ahirete göçmüş olması gereken arkadaş sanki hiçbir şey olmamış gibi kalkıp oyuna geri döndü. Gerçi maç sonrası gördüm, gözler bir şaşı bakıyordu elemanda ama o kadar da olur artık.

Sonuç olarak rugby izlemesi zevkli ama oynamaktan uzak durulması gereken bir spor olarak kayıtlarımıza geçmiş oldu.

not: ofsaydın "offside" olduğunu anlayan insanın dünyasının değiştiği o an...

16 Nisan 2012

After Action Report: Auckland

17-19 Mart'ta hem gezmek hem de Volvo Ocean Race'i (VOR) seyretmek için Auckland'a gittim. Auckland Yeni Zelanda'nın en büyük şehri. Yaklaşık bir buçuk milyonluk bir nüfusu var ki bu Yeni Zelanda nüfusunun üçte birine karşılık geliyor. Şehir Yeni Zelanda'nın kuzeyinde Waitemata Körfezi'nin kıyısında bulunuyor. Kuzeyde olmasından dolayı hava Dunedin'e göre oldukça sıcaktı. Ama Yeni Zelanda'nın genelinde olduğu gibi burada da hava bir anda değişebiliyor. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğim. Şehrin merkezi Viaduct Basin. Aslında burası Auckland'ın eski ticari limanı. Ancak şehrin gelişmesiyle liman buradan taşınmış ve bu bölge lüks apartmanlar, iş merkezleri ve restoranların olduğu bir yer haline gelmiş. Şehir merkezindeki yapılar daha çok gökdelenlerden oluşuyor. Öte yandan şehir merkezinin dışındaysa hep bir-iki katlı bahçeli evler var. Her yer yemyeşil. Acukland bu açıdan çok güzel bir şehir. Şehir merkezi çok hareketliyken, beş dakikalık yürüme mesafesinde her şey bir anda sakinleşiyor. Bu yüzden şehir her türlü yaşam tarzına hitap ediyor. Zaten şehir genelde Dünya'nın en yaşanabilir şehirlerinden biri olarak gösteriliyor.

Auckland'lıları diğer Yeni Zelandalılar JAFA (just another fucking Aucklander) diye çağırıyor. Bunun nedeni Aucklandlıların biraz burnu havada ve vurdumduymaz olmalarıymış ama ben bunu doğrulayacak bir olayla karşılaştığımı söyleyemem. Öte yandan Auckland oldukça kozmopolit bir şehir ve ciddi bir Asyalı göçmen nüfusuna da sahip. Auckland ayrıca "City of Sails" olarak da anılıyor ve bu ismi sonuna kadar hak ediyor. Şehirde kayıtlı 135000 tekne varmış ve her üç eve bir tekne düşüyormuş.

Bu kadar temel bilgiden sonra biraz da yolculuktan bahsedeyim. Cumartesi sabahı Dunedin'den yaklaşık bir buçuk saatlik bir uçuşla Auckland'a geldim. Havaalanının kapalı mekanından açık havaya çıkınca suratıma bir sıcak hava dalgası çarptı ve sanırım Yeni Zellanda'ya geldiğimden beri ilk defa durduğum yerde terlemeye başladım. Havaalanı ve şehir arasında çalışan otobüsü kullanarak şehir merkezine geldiğimdeyse, hissettiğim ilk şey Dunedin'in sessiz sakin yaşantısından sonra Auckland'ın gürültü patırtısının bende yarattığı tedirginlik oldu. Yüksek binalar, kalabalık, gürültü ve hatta neredeyse trafik bana biraz garip geldi doğrusu. Öte yandan bu tedirginlik çok da uzun sürmedi.

Auckland yolculuğumun temel sebeplerinden biri VOR'u izlemekti. Bilmeyenler için VOR dünya çevresini dolaşan bir yelken yarışı. Yarışan tekneler Avrupa'dan başlayıp sırasıyla Atlas, Hint ve Pasifik Okyanuslarını geçerek tekrar Atlas Okyanus'una ve Avrupa'ya ulaşıyorlar. Yelkenliler ayrıca bu rotadaki esas yarışın dışında rota üzerindeki çeşitli limanlara da uğrayıp buralarda da gösteri yarışları yapıyorlar. Yarışa katılan tekneler Dünya'daki en hızlı tek gövdeli (monohull) tekneler. Merak edenler daha fazla bilgi için VOR'un resmi sitesi veya Wikipedia'ya bakabilirler.

Esas konuya dönersek, şehir merkezine gelince yarışları seyretmek için doğrudan yarış köyüne gittim. Etraf ana baba günü! Tüm Auckland çoluk çocuk buraya gelmiş. Neyse sonunda güzel bir nokta bulup bir yandan da fotoğraf çekerek yarışları seyrettim. Yarışlardan sonra da genelde liman bölgesini gezdim. Buradaki marinada efsanevi yelkenli ve motoryatlar var. Biz Türkiye'de 15 metrelik yelkenli gördük mü vay be amma büyük derken, buradaysa 15 metre altı yelkenli neredeyse yok gibi. Akşama doğru bütün gün ayakta durduktan sonra yarı canım çıkmış şekilde yavaştan otel yoluna koyuldum. O gün geldiğimden beri etrafta sürekli İrlanda formasıyla (aslında sadece forma değil, yeşil renkte olan her türlü kıyafet, peruk, bayrak, balon vs.) dolaşan insanlar görüyordum, ama neden olduğunu anlayamamıştım. Meğer o gün St. Patrick's Day (İrlanda'nın azizi) miş ve bu tipler de Auckland'da ciddi bir nüfusa sahip olan İrlandalılarmış.

İkinci gün önce Voyager Maritime Müzesi'ne gittim. Burası aslında denizcilik müzesi olsa da Yeni Zelanda'nın tarihi denizle (biraz fazla) iç içe olduğu için, bir nevi Yeni Zelanda tarih müzesi gibi. Müzeyi gezince ayrıca tarihi bir yelkenliyle bir saatlik bir gezi yapma hakkı da kazanıyorsunuz. Bu gezi tüm yolculuğun en keyifli kısımlarından biri oldu. Hem yelken tecrübesi olarak alışık olduğumdan oldukça farklıydı hem de şehrin denizden manzarasını görmüş oldum. Müze gezisinden sonra tekrardan yarış köyüne giderek VOR filosunun yarışın sonraki ayağı için Brezilya'ya doğru Auckland'dan ayrılışlarını seyrettim.

İlk iki günün VOR ve deniz odaklı olacağını bildiğim için son günü şehri dolaşmaya ayırmıştım. Ancak iki gündür pek bir güzel olan hava son gün çıldırdı ve bütün gün durmaksızın yağmur yağdı. İlk başta yağmuru çok önemsemeyip (Yeni Zelanda'da sahip olunması gereken bir özellik) bir miktar dolaşsam da bir yerden sonra çaresiz kapalı bir mekana sığınmam gerekti. İşin en bomba kısmı ise akşamüstü Dunedin'e geri dönmek için havaalanına gidince ortaya çıktı. Havaalanına gittiğimde etraf çok kalabalıktı, o kadar ki herkes yerlerde oturuyordu. Buranın ahalisi yere oturma konusunda geniş olduğu için önce pek yadırgamadım. Fakat kafamı kaldırıp uçuş bilgilerinin olduğu ekrana bakınca kalabalığın nedeni ortaya çıktı. Meğer Auckland'da o gün sadece yağmur değil aynı zamanda (şehir merkezinde çok hissedilmese de) kuvvetli rüzgar da varmış ve bu kuvvetli rüzgar nedeniyle bir çok uçuş iptal olmuş. Olayı fark edince hah dedim bu akşam havaalanında uyuyacağım! Zaten böyle bir olay olmadan bu yolculuğu bitirsem şaşırırdım. İşin kötü yanıysa ortama bir karmaşanın hakim olması ve görevlilerin çoğunun da uçuşların iptal olup olmayacağını bilmiyor olması. Genelde tek dedikleri bekleyin ve anonsları dinleyin. Neyse ki bir saat kadar bekledikten sonra sonunda benim uçuşun yapılacağı anonsu geldi. Anladığım kadarıyla iptal olan uçuşlar genelde daha kısa mesafe ve küçük uçaklarla yapılanlarmış ve benim uçuş kısmen uzun mesafeli olduğu ve daha büyük bir uçakla yapıldığı için iptal olmamış. Sonuç olarak akşam saatlerinde Dunedin'e geri dönebildim. Böylece bu macerayı da sonlandırmış oldum.

Not 1: Fotograflar icin Facebook Albumu

Not 2: Oha, Auckland'a gideli bir ay olmuş! Neden bilmiyorum ama bu yazıyı yazmaya elim bir türlü gitmedi. Neyse sonunda yazabildim.

10 Nisan 2012

yeni zelanda'da zaman kayması

Bu yaz saati kış saati olayı hep kafamı karıştırmıştır. Hangisinde ileri alıyorduk, hangisinde geri alıyorduk, ve hatta, ileri almak ne demek, geri almak ne demek, vs vs... Öte yandan eskiden en azından sadece saati geri mi alacağım ileri mi alacağım diye düşünürdüm. Şimdiyse işin içine zaman dilimi ve o da yetmezmiş gibi bir de Kuzey ve Güney Yarımküre farkı girdi. Zaman dilimi hadi neyse de bu yarımküre olayı bitirici darbe oldu.

Burada haftalık olarak yaptığım iki toplantı var. Birincisi buradaki danışmanım Michael ile olan toplantılarım ki buna (esas doktora danışmanım) Pınar da (laubaliliğimi mazur görsün) Skype üzerinden katılıyor. İkincisiyse yine Pınar ve Özgür (bilmeyenler için doktoradan arkadaşım) ile Skype üzerinden yaptığımız toplantılar.

Buraya ilk geldiğimde Türkiye ile zaman farkı +11, Amerika ile ise (Doğu Zaman Dilimi) +18 saatti. Bu durumda Michael ve Pınar ile olan toplantıları sorunsuz bir şekilde Yeni Zelanda'da sabah 10 ve Amerika'da (önceki gün) öğleden sonra 4'de olacak şekilde ayarladık. Pınar ve Özgür ile olan toplantılardaysa işin içine bir de Türkiye girince olay daha bir karıştıysa da Özgür akşam 10'da toplantı yapmayı kabul edince Yeni Zelanda'da sabah 9, Türkiye'de Akşam 10 ve Amerika'da da öğleden sonra 3'de olacak şekilde bu toplantıları da ayarladık.

İlk başta her şey yolunda gitti. Ta ki yaz saati uygulaması denen illet ortaya çıkana kadar. Bu illet önce 11 Mart'ta Amerika'da baş gösterdi. Amerika yaz saatine geçince saatler bir saat ileri alındı ve fark +17 oldu. Michael ve Pınar ile olan toplantıları sabah saat 10'dan 9'a çekerek sorunu çözdük. Özgür ve Pınar ile olan toplantılarda da Pınar açısından toplantıyı 3'den 4'e alınca mesele kalmadı. Yaz saati illeti daha sonra Türkiye'ye sıçradı ve 25 Mart'ta saatler bir saat ileri alındı. Böylece Türkiye ile saat farkı +10 oldu. Bu sorunu da Özgür açısından toplantıyı 10'dan 11'e çekerek (ve Özgür'ün toplantılara yatağından pijamalarıyla katılmasıyla) hallettik.

Tam her şey yoluna girdi derken yaz saati illeti sonunda Yeni Zelanda'ya da sıçradı. Aslında Amerika ve Türkiye'den sonra Yeni Zelanda'da da yaz saatine geçilince her şeyin ilk haline geri dönmesi gerektiğini düşünüyor insan. Ancak ne yazık ki o iş öyle olmuyor! Çünkü Yeni Zelanda Güney Yarımküre'de ve bu nedenle aslında yaz saatine değil kış saatine geçiyor. Yani saatler ileri değil geri alınıyor! Bunu ilk fark edişim çok komikti. Michael ve Pınar ile toplantı yapıyorduk. Saat konusu açıldı. Ben az önce yazdığım mantıkla, oh ne güzel toplantılar yine 10'da olacak diye düşünürken, Michael toplantıları 8'e mi çekeceğiz diye sordu. Ben o noktada mala bağladım! Sanırım Pınar da önce tam anlam veremedi ama o işi çabuk toparladı. Bense bir süre daha Michael'ın suratına bön bön bakmaya devam ettim. Sonra bir anda jeton düştü, ve ardı sıra gelen yoğun bir hayal kırıklığını takiben bir hayattan soğuma, vs vs...

Sonuç olarak Michael ve Pınar ile olan toplantılar için iki çözüm mevcuttu. Ya Michael ve benim açımdan toplantıyı sabah 8'e çekecektik yada Pınar açısından akşamüstü saat 5'e alacaktık. Mantıklı olan ikinci seçenek gibi görünse de Pınar'ın akşamüstü çocuklarını okuldan alması gibi bir durumu olduğu için bu seçenek mümkün olmadı. Sonuç olarak orta yolu (Michael'a da ayıp olmasın diye) bizim açımızdan sabah 8.30, Pınar içinse akşamüstü 4.30 olacak şekilde bulduk. Özgür ve Pınar ile olan toplantılardaysa "Michael'e ayıp olmasın" faktörü ortadan kalkınca Akın'a zaten ayıp olmaz diyerek toplantı saatleri benim için sabah 7.30, Özgür için akşam 10.30 ve Pınar için de akşamüstü 3.30 olacak şekilde ayarlandı (bu toplantıların geleceğiyle ilgili ciddi şüphelerim olduğunu buradan herkese belirtmek isterim!).

Yaz saati uygulamasının olmadığı bir gelecek umuduyla...

Not 1: Bunun bir de Afyon'da zaman kayması şeklinde olanı mevcuttur. Bazı malum arkadaşlar o günü iyi hatırlarlar :)

Not 2: Internet öncesi zamanlarda saati doğru ayarladığını kontrol etmek için TRT'nin Teletex'ini benden başka kullanan zat var mıdır aranızda?

Not 3: Zamanını burada yazanlardan daha iyi bir şeyler okuyarak geçirmek isteyenler için PKD'den Martian Time-Slip'i öneririm.

2 Mart 2012

İş, güç, vs

Çoğu insan (ki buna ben de dahilim) buraya gelişimin asıl amacının tezimle ilgili çalışmak olduğuna pek inanmıyor. Genel kanı benim buraya gezip tozmaya geldiğim yönünde. Gezme tozma aktiviteleri doğal olarak bu (akademik) ziyaretin önemli bir kısmını oluştursa da (17500 km yolu sadece bir ofise kapanıp çalışmaya gelmedim) bu aralar çalışma kısmının ağır bastığını söyleyebilirim. Aslında ziyaretim akademik açıdan beklediğimden çok daha verimli geçiyor. Buraya gelmeden önceki beklentim ilk iki üç ayın mekan değişikliği, yeni bir kişiyle çalışmaya başlama, görece farklı bir konuda çalışma gibi sebeplerden pek verimli geçmeyeceği yönündeydi. Ancak beklentimin aksine geçen ilk iki ay oldukça verimli geçti. Hatta önümüzdeki hafta bir çalıştaya (evet workshop, Türkçesine alışmaya çalışıyorum) bildiri (aha bu da paper) gönderecek duruma bile geldik ki sırada bekleyen başka işler de var.

Bu durum üzerine, İstanbul'da niye benzer bir verimlilikte çalışamadığımı düşünmeye başladım. Aklıma gelen iki temel sebep var. Birincisi, buraya gelmemdeki genel motivasyonum. Sanırım buraya belirli bir sürede, belirli bir işi yapmak amacıyla geldiğim için bu altı aylık dönemi hayatımın geri kalanından biraz soyutlamışım gibi bir durum oluştu. Örneğin, İstanbul'da sürekli olarak altan alta kafamı meşgul eden ne olacak bu tezin hali, hadi tez bitti, sonrasında ne olacak, iş güç para meseleleri, vs gibi genel problemlerden bir şekilde uzklaştım. İstanbul'da da oturup bütün gün bunları düşünmüyordum tabi ama ister istemez bu tür şeyler kafamın bir yerini hep meşgul ediyordu. Buradaysa bu tür konular bir şekilde kafama çok takılmıyor. Sanki hepsini bir süreliğine ertelemişim gibisinden bir hissiyat içindeyim. Sanırım benzer bir süreci yeterlilik sınavı zamanında da yaşamıştım. Sonuç olarak, uzun vadeli problemlerden kurtulunca kafayı işe vermek de daha kolay oluyor.

İkinci sebepse ki bu daha önceden de düşündüğüm (ve tartıştığım), Boğaziçi'ndeki bizim bölümün sosyal ortamı gibi görünüyor. Kabul ediyorum, ortamımız iyi, muhabbet güzel, genel olarak herkes iş ilişkisi dışında da birbiriyle iyi arkadaş, vs. Bir nevi tadından yenmez yani! Ama bu ortam, en azından benim için (kabul edin gençler, hepimiz için) çalışma motivasyonunu negatif yönde etkiliyor. Bölümdeyken genelde olan şu. Kafayı gömmüş çalışıyorum. Uğraştığım bir sorunu o an çözemiyorum. Bu işi nasıl hallederim diye düşünürken, "hımm, dur lan bir kahve alayım!" diyorum. Sonrasında o kahve alma süreci insanlarla muhabet etmek suretiyle iki üç saate kadar uzuyor. Tekrar masama dönüp de çalışmaya başlayabilsem bile, neyle uğraşıyordum lan ben diye kafayı toparlayana kadar gün bitiyor. Ha diyelim ki çalışırken her şey iyi gidiyor, her karşıma çıkan problemi tıkır tıkır çözüyorum, konsantrasyon zirve yapmış, tam olayı kotaracağım (örneğin, P = NP mi? oldu canım :P), canı sıkılmış bir vatandaş (bakınız, kahve alan zat) yanıma yaklaşıp "naabıyon?" diyor. Bu sihirli kelimeyle birlikte nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde benim bütün çalışma motivasyonum uçup gidiyor ve ağzımdan şu sözler dökülüveriyor "iyidir, gel bir kahve alalım!". Sonrası malum zaten... Buradaysa durum neredeyse tam tersi. Hem lisansüstü (grad) öğrenci sayısı bizim bölüme göre oldukça az, hem de insalar özellikle gelmelerini gerektiren bir durum yoksa bölüme uğramıyorlar. Durum böyle olunca da "dur bir kahve alayım!" dediğimde gerçekten de gidip sadece bir kahve alıyor ve masama dönüyorum. Yapacak başka bir şey olmayınca da bari çalışayım diyorum... Hangisini tercih ederim diye düşündüğümdeyse cevap ikisi de değil gibi gözüküyor.  İkisinin arasında bir şey bulmak lazım, ama açıkcası bu nasıl olur diye de herhangi bir fikrim yok...

14 Şubat 2012

Dunedin Botanik Bahçesi

Dunedin 1863'de kurulmuş oldukça büyük bir botanik bahçesine sahip. Bahçe şehrin merkezi ve kuzeydeki banliyölerin arasında yer alıyor. Aynı zamanda kampüse de komşu. Alt ve üst bahçe diye iki kısmı var. Alt bahçe daha çayır çimen düz bir alan. En fazla gül olmak üzere bir çok değişik çiçek var. Ayrıca (oldukça besili) ördek tayfasının takıldığı küçük bir havuz ve arada küçük konserler düzenlenen bir de sahne var. Millet buraya piknik yapmaya geliyor. Gerçi Dunedin'in geneline hakim olan sakinlik burada da var. Etrafta pek insan yok. Tabi bu durumda burada her yerin park, bahçe vs. olmasının da bir payı olabilir.

                                    Alt bahçe                                                         Ördeklerin havuzu

                                            Bu da ördek                           

Üst bahçeyse Asya, Afrika, Amerika vs. şeklinde dünyanın çeşitli yörelerine göre tematik bir şekilde düzenlenmiş. Burada bir terasın etrafına kurulmuş bir Akdeniz bahçesi de var. Manzarası da oldukça güzel. Üst bahçenin bir bölümü artık balta girmemiş orman kıvamına gelmiş. Bu bölgede sadece küçük patikalar var. Burası her ne kadar medeniyete beş dakika mesafede de olsa insanda bir kaşif olma hevesi doğurmuyor diyemem.

                      Akdeniz Bahçesi'nden manzara                              Balta girmemiş orman


Aslında İstanbul'da da çok az sayıda olsa da buna benzer yerler var, ancak buralara ulaşım genelde pek kolay değil. Ulaşsan bile etraf genelde ya bakımsız ya da mezbelelik halde oluyor. İki dakika çimene yatayım desen ya bir tarafına bir şey batar, ya da bekçi gelir ateist misin diye dürter? Yoksa tinerci miydi?

Baldwin Sokağı

Dunedin'deki Baldwin Sokağı dünyanın en dik sokağıymış. Gittim gördüm (tepesine çıkmaya üşendim, sadece alt ucundan baktım). Kabul ediyorum, oldukça dik bir sokak ama dünyada benzer bir sürü sokak olduğuna eminim. En basitinden Kınalıada'daki çarşının sonundan manastıra çıkan sokak (Fırın Sokak'dı sanırım) bile bunun kadar diktir. Az tırmanmadım, ordan biliyorum! Zaten bu herşeyin bir rekoru olsun olayından gına gelmişti, bu da tuz biber ekti. Bir ara da Bursa'da Melike Döner dünyanın en büyük dönerini yapmıştı. Ona da pek gülmüştüm (döneri süper, ona laf yok! ulan canım çekti be!).

Baldwin Sokağı

Not: Sokak cidden dik bu arada, fotoğrafta pek belli olmamış.

2 Şubat 2012

Yeni Zelanda'nın nesi yeni? (Ek-1)

Yeni sorular, yeni cevaplar!

Soru: Zehirli böcük, örümcük, akrep, yılan, çiyan vs. var mı oralarda?
Cevap: Soruda geçen mahlukatın hiçbiri Yeni Zelanda'da yok. Olabilecek en kötü böcek ısırması arı sokması ki ortada arı falan da yok! Bir de Katipo isimli bir örümcek olduğu söyleniyor ama bence şehir efsanesi. Zaten bugüne kadar kimseyi de öldürememiş. Ek not olarak Yeni Zelanda kuduz hastalığının olmadığı bir kaç ülkeden biri.

Soru: Ne parası geçer orda?
Cevap: Yeni Zelanda Doları. 1 YZD yaklaşık 1.5 TL. 20'lik banknotun arkasında Elizabeth ablanın resmi var. Diğerlerinde de çeşitli Yeni Zelanda vatandaşlarının resimleri. Bir de banknotların belli yerleri şeffaf.


Soru: Abi, sen onu bunu boşver de kızlar nasıl?
Cevap: Politik cevap: Güzeli de var çirkini de, akıllısı da var manyağı da. İstatistiksel açıdan ağır basan bir grup yok. Direk cevap: Bir İsveç, Ukrayna veya Çek Cumhuriyeti'nin yanına yaklaşamaz.

Soru: Haritalar ters mi orda?
Cevap: Haritaların yönü normal ama Dünya haritalarının ortası Yeni Zelanda'nın bulunduğu boylama gelecek şekilde ayarlanmış normal olarak.

30 Ocak 2012

Bir Ayın Ardından

Yeni Zelanda'ya geleli neredeyse bir ay oldu. Zaman beklediğimden hızlı geçiyor. Özellikle son iki haftanın nasıl geçtiğini hiç anlamadım. İlk bir hafta alışma sürecinden dolayı daha uzun gelmişti. Gerçi o süreç de beklediğimden kolay oldu. Zaten genel olarak herşey önceden ayarlanmış olduğu için yerleşme kısmını sorunsuz atlattım. Dil problemi da olmadığı için yeme-içme, alış-veriş, vs. gibi konularda herhangi bir sıkıntı yaşamadım. İlk geldiğim hafta ara ara genel bir can sıkıntısı hakim olduysa da bu da kısa zamanda geçti.

Zaten tekdüze hayatı seven bir insan olduğum için burada da olayı çok geçmeden bir rutine bağladım. İlk hafta, aman ofise sabah erken gideyim de bütün gün çalışayım gibisinden bir gazım vardı. Bu gazla bir hafta boyunca sabah 9'da harbiden gittim ofise.  Fakat sonradan farkettim ki ofise o saatte gidince özellikle öğleden sonra bayıp boş boş takılıyorum. Bunun üzerine yine erken kalkarak, önce bir miktar evde takılmaya ve ofise daha geç gitmeye karar verdim. Şimdi sabahları 8.30 gibi kalkıp 10.30'a kadar evde takılıyorum. Sonra ofise gidip öğlen bire kadar çalışma, bir iki (bazen üç) arası yemek, sonra da akşam altıya kadar tekrar çalışma gibi bir düzen otuttum. Böylece günde beş altı saat kadar verimli çalışabiliyorum ki bu İstanbul'la karşılaştırılırsa mükemmel bir süre! Akşamüstleri de genelde bir saat kadar bisikletle turluyorum. Haftasonu da gezme tozma derken zaman geçiyor.

Çayır çimen güzel şey...
Şerefsiz kırmızı gaga portakal peşinde!
Bütün bu rutinin benim en hoşuma giden kısmıysa öğlen yemekten sonra parkta takılmak. Öğlen yemeğinden sonra önce hızlıca bir kahve höpürdetiyorum (Türk kahvesini özledim yahu! Gerçi buraların americano'su da oldukça güzel ama burada americano yerine long black diyorlar!). Kahveden sonra hava da güzelse soluğu müzenin oradaki parkta alıp çimenlere seriliyorum! Bundan önce de bir yatış insanı olduğum ortadaydı (fırsatını buldun mu götü devireceksin!). Fakat burası olayı tescilledi sanırım. Anladım ki hayatımın geri kalanını çimenlerde şuursuzca yatarak geçirebilirim. Boğaziçi'nde de böyle bir şansım olmasına rağmen meymenetsiz Kuzey Kampüs'ten Güney'e inmeye karşı olan üşengeçliğim yatış sevdama üstün geliyordu oradayken hep. Fakat bu gidişle İstanbul'a döndükten sonra önümüzdeki yazı Güney çimlerde geçireceğim gibi bir hisse kapılıyorum...

26 Ocak 2012

Bahtsız Bedevi

Bu bedevi şansı çok acayip bir şey. İnsanı bir kez yakaladı mı peşini bırakmıyor. Hayatımın her döneminde bu şansa sahip olmuş bir insan olarak artık alışsam da başıma gelen çeşitli olaylar karşısında halen zaman zaman şaşırabiliyorum.

Örneğin bu bedelli askerlik konusu. Bunca yıl sonra bedelli askerlik çıktı. Üstüne üstlük ben de bundan yararlanmak için gereken şartları sağladım. Bir şekilde parayı da denkleştirdim. Dedim artık bu noktadan sonra bir aksilik çıkmaz. Ama öyle olmadı tabi ki ve şans yine yüzüme güldü. Bedelli askerlik başvurularının yapılma süresi benim Yeni Zelanda'da olduğum süreyle nerdeyse bire bir örtüştü. Sonuç olarak Türkiye'de bu işi halledemedim. Dediler ki konsolosluktan halledersin. Hımm tabi, kesin hallederim! Bir kere Yeni Zelanda'daki Türk Konsolosluğu Wellington şehrinde. Benim bulunduğum Dunedin'den Welington'a uçakla bir buçuk saat sürüyor. Gidiş geliş masrafı 400 TL kadar. İşi bir gün de halledemezsem ki benim durumumda çok muhtemel, bunun üstüne bir de otel parası girecek. Ama benim esas düşündüğüm konu bu değil, bu işi benim konsolosluktan nasıl halledeceğim. Türkiye'deki askerlik şubesinin bu konuyla ilgili zerre kadar bir fikri yok. Tek dedikleri konsolosluktan halledilebiliyor. Olabilir, askerlik şubesi konsolosluğun işini ne bilsin diyerek konsolosluğa telefon edip bilgi almaya karar verdim. Telefona çıkan arkadaşla yaptığım konuşmada geçen şu cümle bitirici darbeyi indirdi. "Valla bize de yapılabileceğini söylediler ama başka form falan gelmedi, sen nasıl yapılacağını öğren, gereken formları bize ulaştır, hallederiz!". Oldu canım! O zaman beni de konsolos yapın bari siz oraya, madem bu işleri ben halledeceğim! Konuyla ilgili başka bir şey demiyor ve kendime hakim olmaya çalışıyorum...

Bir başka konu da bu yeni sosyal güvenlik yasası. Bu kadar zamandır sigortalı çalışıyorum. Tam altı aylığına (o da keyiften değil) işi bıraktım, onda da yok artık çalışmayan da prim ödeyecek, vay efendim gelir beyanı yapılacak bilmem ne, bir sürü ıvır zıvır çıktı başıma. İşin saçmalığı ben sosyal güvence istemiyorum kardeşim, gitmeyeceğim senin hastahanene de diyemiyorsun. İlla ödeyeceksin prim. Sanki bu güne kadar ödediklerimizin bir hayrını görmüşüz gibi! Ne diyeyim, şans benimle olsun!

21 Ocak 2012

St Clair ve St Kilda Plajları Gezisi

Yeni bisikletim, nam-ı diğer Behçet'in şerefine bu Cumartesi'yi Dunedin'in güneyindeki St Clair ve St Kilda Plajlarını gezerek geçirmeye karar verdim. Aslında yaklaşık üç kilometrelik tek bir kumsal olmasına rağmen, kumsalın batı tarafı St Clair Mahallesi'ne, doğu tarafı da St Kilda Mahallesi'ne yakın olduğu için bu isimlerle anılıyorlar.

Ben ve Behçet.

İlk önce yola sabah erken çıkmayı planladıysam da, havanın kapalı olması ve yağmur ihtimali çıkışımı bir miktar erteledi. Öğlene doğru hava biraz daha düzelince dayanamadım, bastım pedala. Behçet'le yaptığımız 20~25 dakikalık yolculuğun ardından St Clair Plajı'na vardık. St Clair Plajı'nın bir tarafı bir set şeklinde okyanustan on metre kadar yükseltilmiş. Setin üzerinde arka tarafta restoranlar, ön taraftaysa insanların yürüyüş yapabileceği bir bölüm bulunuyor. Genelde millet çoluk çocuğunu dolaştırmaya geliyor buraya, ancak Dunedin'in genelinde olduğu gibi burada da çok bir kalabalık yok ve etrafa genel bir sakinlik hakim. Bu arada veletlerin hepsi sete çarpan dalgaların etrafı (kendileri de dahil) ıslatmasından acayip bir keyif  alıyorlar. Çete halinde dalgaların peşinden bir o yana bir bu yana koşturup durduar. 

St Clair Sahili.

Sahildeki set ve kırılan dalgalar.

St Clair'de (doğal olarak) çok miktarda martı var. Aslında bu Dunedin'in genelinde geçerli bir durum. Bir şehirde her daim martı sesi duyabilmek bence çok güzel bir olay. Denizi ve Kınalıada'daki eski yaz tatillerini hatırlattığı için olsa gerek martı sesi duymak pek bir hoşuma gidiyor. Öte yandan martı hayvanı biraz şerefsiz de bir hayvandır. Her türlü numarası vardır, elinizdeki yemeği bile kapabilir. Burada genel olarak iki cinste martı var. Bir cins bizim bildiğimiz İstanbul'daki sarı gaga martılara benziyor. Sadece sırtları biraz daha koyu renkte. Bunalar genelde kendi halinde takılıyor ve insanlara çok yaklaşmıyorlar. İkinci cins ise kırmızı gagalı ve daha küçük. Bunlar tam çirkef! Sesleri de pek bir beter, pek bir kart. Sürekli birbirleriyle didişiyorlar. İnsanların arasında dolaşmaya da alışmışlar, kolayına kaçmıyorlar. Çalışırken sıkılınca hava almak için gittiğim bir park var. Geçen gün orda takılırken bir yandan da bir gofret kemiriyordum. Bu kırmızı gagalardan biri yanıma iniş yapıp yan gözle elimdeki gofreti kesmeye başladı. Biraz üzerine gidince iki adım geri kaçtıysa da, ben yerime oturunca tekrardan götüm götüm yaklaşmaya başladı. Uzun süre birbirimizi kestik. Ben gofreti bitirince olayın büyüsü bozuldu, eleman uçtu gitti.

Çığırtkan kırmızı gaga.
Külhanbeyi kırmızı gaga.

Sarı gaga kendi halinde.














Gezimize geri dönelim. Hava o gün (aslında genelde) kapalı olduğu için olsa gerek pek denize (okyanus lan!) giren kimse yoktu. Etrafta daha çok sörfçü tayfası takılıyordu. Ben daha önce dalga sörfü yapan birini sanırım canlı olarak hiç görmemiştim. Pek yalan bir olaymış. İnsanlar sörft tahtası üzerinde açığa gideceğim diye 10~15 dakika dalgalarla boğuşuyorlar. Sonra bir 10~15 dakika da uygun dalgayı tutturmak için bekliyorlar. Tabi bu arada kıyıya sürüklenmemek için dalgalarla boğuşmaya devam ediyorlar. O arada tutturabilirlerse bir dalganın üzerinde 10~15 saniye sörf yapıyorlar. Peehh...

Dalga bekleyen sörfçüler.
Vuslata ermiş sörfçü.







Islak ama mağrur.


St Clair'de bir süre oyalandıktan sonra buranın daha batısındaki daha küçük olan İkinci Plaj (evet, adı İkinci Plaj, "Second Beach") tarafına doğru yollandık Behçet ile. Bu İkinci Plaj'a direk bir ulaşım yok. Sadece plajın üst tarafından giden bir patika var. Oradan da kıyıya inmek için oldukça akrobatik hareketler sergilemek gerekiyor. Plajın arka tarafında ise bir yamaç ve yamacın üzerinde okyanusa nazır lüküs evler var.

Second Beach.
Second Beach.

Gezinin son ayağındaysa St Kilda üzerinden plajın en doğusunda bir tepenin üzerinde bulunan Sir Leonard Wright Gözetleme Noktası'na (Lookout) gittim. Buraya giden yol sahilin biraz yukarısında ve sahile paralel olarak gidiyor. Diğer tarafında ise golf alanları mevcut. Millet bu yolun kenarına arabayı çekip, arabanın içinden okyanusu seyrediyor. Ben böyle denize nazır bir noktaya arabayı çekip takılma olayı daha bize has bir olaydır sanıyordum, ama burada da meraklısı çokmuş. Yolun diğer tarafındaki golf alanlarında da okyanusa nazır bir şekilde genci yaşlısı bir sürü insan golf oynuyor. Gerçi alanın bir kısmının mezarlığa komşu olmasından dolayı oyun sırasında topun sakıncalı yerlere gitme olasılığı yüksek gibi geldi bana. Öte yandan sürekli rüzgar esen bir yerde golf ne derece zevkli oluyordur onu da bilemiyorum. Gerçi benim gittiğim gün nerden baksan 25~30 kilometre hızla esen bir rüzgar olmasına rağmen alan oldukça kalabalıktı. Heralde alışmış insanlar.

St Kilda civarından sahil.

Sir Leonard Wright Lookout.

Gözetleme noktasından plajlar.














Burdan sonra bisiklete uzun süredir doğru dürüst binmememin verdiği bir yorgunlukla dilim hafif dışarıda bir şekilde Behçet ile beraber evin yolunu tutarak bu güzel gezimizi noktaladık.

Okyanusa nazır golf.
Mezarlığa nazır golf.

20 Ocak 2012

Tır Değil Tren Mübarek

Bilen bilir, otobüs, kamyon, iş makinası vesaireyi hep sevmişimdir. Hatta bir gün bile olsa Beşiktaş-Sarıyer hattında minibüs kullanmak gibi bir hayalim bile var bu konuda (Taksim-Sarıyer'ken daha çok seviyordum gerçi). Neyse konuya döneyim. Buradaki tırlar Türkiye'deki tek treylerli tırların aksine genelde iki treylerli oluyorlar. Yolda önünden geçerken arkası gelmiyor, tren gibi geçtikçe geçiyor :) Gerçi bir keresinde bisikletle yolun kenarından giderken yanımdan gürleyerek geçtiğinde neredeyse bisikletten düşüyordum, ama neyse! Bu kendilerine olan sevgimde herhangi bir azalmaya sebep olamdı. 


Tırlarda esas sevdiğim şey aslında vites olayı (şanzıman, hatta şanzuman olarakta bilinir). Genelde 10 ila 18 arasında vitesleri oluyor. Böylece her yol durumda motor daha verimli kullanılabiliyor. Geçen gün ışıkta bekleyen bir tanesi 0'dan 20 kilometre hıza çıkana kadar en az 6 vites attı. Çok acayip birşey! Neyse böyle de cins bir adamım işte...

16 Ocak 2012

Takipteyim

Yeni Zelanda gençliğiyle alakalı dikkatimi çeken iki garip durum var. Birincisi, kızlar arasında baş gösteren yırtık çorap ve tayt giyme furyası. Üstündeki kıyafete bakıyorsun, gayet düzgün. Hatta gıcır gıcır! Çoraba veya tayta bakıyorsun, yırtık pırtık, hatta param parça. O anda olmuş birşey değil yani. Belliki uzun süredir böyle. Hadi üstteki kıyafet de benzer bir durumda olsa, diyeceğim ki yazık, yenisini alacak parası yok heralde. Ama durum kesinlikle öyle değil. Bildiğin moda olmuş! Uğur Dündar titzliğiyle bu işin peşinideyim...

İkincisiyse daha çok kızlarda da olsa bir takım erkeklerde de gözlemlediğim sokakta çıplak ayakla gezme furyası. Yani sadece parkta bahçede bir anlık olan birşey değil, bildiğin bütün gün sokakta çıplak ayak dolaşıyorlar. Tamam kardeşim, bende çıplak ayak dolanmayı severim. Evde bana değil terlik, çorap giyince daral gelir! Denize gidersin anlarım, parkta bahçede dolanıyorsundur, toprağa çime basayım dersin anlarım. Fakat beton kaldırımda veya yolun asfaltında neden çıplak ayak dolaşırsın yahu! Hadi pisliğini boşver, o yıkarsın geçer. O asfaltta bütün gün çıplak ayak dolaşınca ayağının altı ne hale gelir yahu! Keçe gibi olur. Hobit misin sen? Bu işin üztüne de bir Sadettin Teksoy edasıyla gideceğim...

ps: Sadettin Teksoy'un bir Yeni Zelandalının yanına gidip "Yeni Zelandalı, Yeni Zelandalı, ayakların neden çıplak?" deyişini gözlerimin önüne getirdikçe bir hoş oluyorum :)

14 Ocak 2012

Yeni Zelanda'da Banka Hesabı

Geçtiğimiz hafta hesap açtırmak için buranın en büyük bankası olan Bank of New Zealand'ın üniversite yakınındaki şubesine gittim. Açık olan iki gişenin ortak sırasında iki üç kişi vardı. Burada banka veya benzeri yerlerde bizdeki gibi numeratör şimdiye kadar görmedim. Çok kalabalık olmuyor sanırım. Sıra bana gelince gişedeki orta yaşlardaki kadına derdimi anlatım. Önce, hemen hemen yeni biriyle tanıştığım her durumda gerçekleşen konuşmanın bir benzeri burada da tekrarlandı  "Ülkeye hoş geldin!", "Nereden geliyorsun?", "OO Türkiye mi, Ne kadar güzel!", "Doktora mı yapıyorsun, çok iyi!". Bu benim için artık bir rutin haline geldiyse de, bu tür yerlerde bile insanların karşılarındaki kişiye böyle ilgi göstermesi yine de hoşuma gidiyor. İşin güzel tarafı bunu iş icabı yapıyor gibi görünmemeleri. En azından bana öyle gelmedi. Kadın hesap açmayla ilgilenen kişinin şu an başka bir müşteriyle ilgilendiğini, istersem bekleyebileceğimi veya ertesi gün randevulu gelebileceğimi söyledi. Ben diğer memurun işi heralde beş on dakikaya biter, gelmişken işimi halledeyim diye düşünürken, kadın yarın bir uygun olur mu diye sordu. Kadının bu harektini bekleme seçeneğinin pek akıllıca olmayabileceğine yorarak olur dedim.

Ertesi gün saat birde şubeye gittiğim de önceki gün beni bekletmek yerine niye randevu verdikleri ortaya çıktı. Hesap açmakla ilgilenen kadının adı Crystal (kendisiyle pek bir samimiyiz :P). Crystal'la da önce yukarıda yazdığıma benzer bir konuşma geçti. Sonra beş on dakika kadar ne türde hesap(lar)a ihtiyacım olduğunu konuştuk. Hangi hesabın açılacağna karar verdikten sonra gerekli formları bizzat kendi doldurdu, doldururken de neyi niye doldurduğunu tek tek anlattı. İmzaladığım her belgenin ne olduğunu önce özetledi, sonra da belgeyi okuttu. Belge işlerinin ardından da Internet sayfasını nasıl kullanacağıma yönelik on dakikalık hızlandırılmış bir kurs verdi. Son olarak da benle gişeye gelip yanımdaki nakit parayı yeni açtığım hesaba yatırmama yardımcı oldu! Kadın bana hesap açmak için resmen kendini paraladı kardeşim :) Bizde olsa eline bir form tutuşturup, bunu doldur derler! Dolduruken soru sorsan (Ziraat veya benzeriyse) memur sana kızabilir veya (Garanti veya benzeriyse) "Kardeşim bu da sorulur mu, angut musun!" kıvamında bir suratla cevap verir! Sonuç olarak 45 dakikada bankadan çıktım (iş bazında throughput düşük de olsa utilization yüksek). Tabi bana bu kadar zaman harcanmasının yabancı olmamla ilgili olma şansı yüksekse de, daha sonra bankamatik kartımı almak için bankaya tekrar gittiğimde Crystal'ın benim bankada geçirdiğim 10~15 dakikalık süre boyunca sadece (yerel bir vatandaş olduğu belli olan) tek bir müşteriyle ilgilenmesi ve ortada bekleyen başka kimsenin de olmaması (bakınız randevu), bu şüphemin yersiz olabileceği ve herkese benzer süre harcadığı izlenimine kapılmama sebebiyet verdi! Hizmette sınır yok...

11 Ocak 2012

İlk İzlenimler

Birinci haftamı geride bıraktığım Yeni Zelanda'yla ilgili ilk izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. Öncelikle insanlarından başlıyayım. Genel olarak arkadaş canlısı ve güler yüzlü insanlar. Hemen her konuda çok yardımcı oluyorlar. Bu sadece okul çevresindekiler için geçerli değil. Marketteki kasiyer, restorandaki garson, otobüs şöförü, hepsi benim ne dediklerini anlamamamı veya saçma sorular sormamı önemsemeden ellerinden geldiğince işlerimi halletmeme yardımcı oldular. Gudubet Avrupa ahalisinin benzer durumlardaki tavırlarını  düşündükçe bu insanları daha da takdir ediyorum. Yalnız buranın ahalisinin benim İskoç aksanına benzettiğim bir aksanı var (çoğunun dedesi İskoç göçmeni olduğundan olsa gerek). Gerçi İskoçlardan daha anlaşılır konuşuyorlar ama özellikle kendilerini kaptırıp hızlı konuşmaya başladılarmı arada birkaç kelime yakalamaktan öteye gidemediğim durumlar oluşabiliyor.

Benim bulunduğum Dunedin (İskoçya'daki Edinburgh'nun eski Kelt dilindeki ismi) yaklaşık 100000 nüfuslu küçük bir şehir. Şehri genel olarak Otago Üniversitesi ve turizm götürüyor. Genelde sakin bir yer, gürültü patırtı, trafik yok. Evler bir veya iki katlı. Sadece şehir merkezindeki hastane, otel vs. gibi binalar çok katlı. Onlar da en fazla beş altı katlı. Şehir küçük olmasına karşın her türlü imkan mevcut. Doğal olarak etrafta bir İngiltere havası hakim. Yaşam olarak da Avrupa'daki küçük bir şehirden pek farkı yok diyebilirim.

Hava oldukça serin. Yaz mevsimi olmasına rağmen gündüz 20 derecenin üstüne pek çıkmıyor. Gece 13~14 civarlarına iniyor. Genelde rüzgarlı. Bir de hava sürekli kapayıp açıyor. Sabah günlük güneşlikken bir iki saat sonra kapayıp hafiften bir sağnak indirebiliyor, sonra tekrar açıyor. Öte yandan güneş çıktımı da ciddi yakıyor. Hava raporlarında güneş kremi kullanılması için uyarı bile yapıyorlar! İşin ilginci soğuk bir memleket olmasına rağmen evlerde ciddi bir ısıtma tertibatı veya izolasyon bulunmaması. Genelde "heatpump" dedikleri bir sistem kullanıyorlar. Bu sistem gündüz evin çatı arasında oluşan sıcak havayı evin içine dağıtma mantığıyla çalışıyor. Benim evdeki dereceye göre bulutlu günlerde bile çatı arasındaki sıcaklığın 30 dereceyi geçtiği düşünülürse oldukça verimli bir sistem gibi görünüyor. Ancak doğal olarak özellikle kışın tek başına yeterli olmuyor. Bu durumlar için genelde elektrikli ısıtıcı kullanılıyor. Alternatif olarak gaz sobası da kullanıyorlarmış. Öte yandan buranın ahalisinin soğuğa alışık olduğunu da unutmamak lazım. Benim ilk geldiğim gün hava güneşliydi. Buna rağmen sıcaklık taş çatlasa 22 bilemedin 23 dereceydi herhalde. Ben İstanbul'un leş yazlarına alışık biri olarak hava da pek sıcak değilmiş diye düşünürken havaalanında herkes birbirine bu ne sıcak be kardeşim kıvamında şikayet ediyordu. Gerisini siz düşünün.

Yeni Zelanda genel olarak pahalı bir yer! Para birimi Yeni Zelanda Doları. Yaklaşık 1.5 TL'ye karşılık geliyor. Dışarda yemek yersen öğrenci işi yerlerde bile 15~25 TL gibi bir rakamı gözden çıkarmak gerekiyor. Elimden geldiğince evde yemeye çalışıyorum, ama alışmışım dışarda hazır yemeye. Zor oluyor bazen. Bu vesileyle TÜBİTAK'a da her memlekete 1400~1500 Dolar burs verirken Yeni Zelanda'ya 1150 Dolar burs verdiği için ayrıca hürmetlerimi sunuyorum!

İçinizde orda senden başka Türk yoktur heralde diye düşünen arkadaşlar olduğunu biliyorum! Var canım, olmazmı hiç! İki tane Türk restoranı var. Biri oldukça lüks, diğeri alamancı kebepçı havasında. Onu bırak, geçen gün sokakta yürüken yanımdan geçen iki kişi Türkçe muhabbet ediyordu! Suratımda bir tebessümle yürüdüm yolun geri kalanını...

8 Ocak 2012

Yeni Zelanda Seferi - Bölüm 2: Singapur'dan Dunedin'e

Yeni Zelanda'ya olan yolculuğuma kaldığım yerden devam ediyorum. Bu kez rota Singapur'dan Christchurch'e. Salı günü yerel saatle 19:45'de (Salı 13:45 TSİ) SQ297 sefer sayılı uçağın 50. sırasının K koltuğunda Singapura veda ediyorum. Bir önceki uçuşta olduğu gibi uçağa ilk bindiğimde yanıma kimse oturmadı. Aradan zaman geçtikçe ve başka sıralarda da ara ara boşluklar olduğunu görünce, bu sefer yanım boş kalacak diye içimi bir umut kapladıysa da son anda iki Çin'li hatun gelip yanıma çömdüler. İşin kötü yanı bu sefer öndeki koltukla ara da dar. Yapacak birşey yok, çaresiz katlanıcaz! Yaklaşık 30 küsur saattir doğru dürüst uyumamanın etkisiyle ilk yemeğin ardından hemen sızmışım. Tekrar uyandığımda cin gibiydim. Hah dedim beş altı saat uyudum heralde. Bir de baktım iki saat bile olmamış. Bidaha da uyku yalan oldu. Uçuşun geri kalanında mala bağlamış modda önümdeki ekrana bakıp durdum. Bu arada uzun uçuşlarda yemek işi çok fena. İnsan oyalansın diye olsa gerek habire yiyecek birşeyler dayıyorlar. Zaten o kadar saat oturuyorsun, üstüne bir de devamlı yemek, karşında saçma sapır bir ekrana bakıp duruyorsun. İnsanların bir sistem tarafından kontrol edildiği bilim kurgu filmlerinden bir sahneyi andırıyor aslında!

Yeni Zelanda'ya iki saat kala hava aydınlanıyor ama aşağısı pek bir bulutlu. Ekrandan uçağın Avusturalya ve Yeni Zelanda arasında okyanus üzerinde olduğunu görüyorum ama bulutlardan okyanusu bir türlü göremiyorum. Neyseki bir süre sonra bulutlar aralanmaya başlıyor ve sonunda okyanus görünüyor. Hevesle Yeni Zelanda'yı görmeyi bekliyorum. Christchurch Güney Adası'nın doğu sahilinde bulunuyor. Uçağın yaklaştığı batı tarafındaysa Güney Alpleri olarak bilinen dağ sırası ve fiordlar var. Daha önce fotoğraflardan gördüğüm manzarayı sonunda bizzat canlı olarak görüyorum. Fiordlar uçaktan gerçekten muhteşem görünüyor. Uykusuzluğun verdiği kafa bulanıklığından olsa gerek, fotoğraf makinası yanımda olmasına rağmen makinayı çıkarıp fotoğraf çekmek ne yazık ki aklıma gelmedi. Merak edenler çekimi biraz kötü de olsa şu vidyoya bakabilirler. Fiordlar bitip dağlar yükselmeye başlayınca kendimi Lord of the Rings'i tekrardan seyrediyormuş gibi hissediyorum. Önce Misty Mountains üzerinden uçuyoruz, daha sonra dağlar alçalmaya başlıyor ve Rohan'ın düzlükleri görünüyor. Christchurch, Minas Tirith'e pek benzemese de onu da idare ediyorum artık :).

Çarşamba günü yerel saatle 10:35'de (Salı 23:35 TSİ) Cristchurch'e indim. Cristchurch havaalanı oldukça mütevazi bir havaalanı. Zaten ülke genel olarak sapa bir yerde olduğu ve çok fazla yurt dışı bağlantı noktası da olmadığı için büyük bir havaalanına pek gerek de yok. Türkiye'deyken burda pasaport kontrolünde kıllık çıkarırlar mı diye açıkcası biraz korkuyordum. Bu konuda "Border Security: Australia's Front Line" adlı programa çok teşekkür ediyorum. Bu özetle Avusturalya havalanlarındaki sınır güvenliğinin insanları genelde saçma sapır sebeplerden ülkeye almamasını anlatan bir program. Avusturalya ve Yeni Zelanda da, Avrupa'daki Schengen mantığına benzer bir sınır mantığına sahip olduklarından, izlediklerime benzer bir saçmalık benim başıma da gelir mi acaba diye düşünerek sırada beklerken hemen önümdeki iki adamı da polisler kollarına girip götürünce, aha dedim yan basmaya doğru gidiyoruz (neye olduğunu anlayan anladı)! Bozuntuya vermemeye çalışarak ürkek adımlarla bankodaki memura yaklaştım. Elimde seksensekiz tane belge, ne istese hemen gözüne sokmaya hazırım. Memur pasaportu istedi. Verdim. Pasaporta baktı, yüzüme baktı, damgayı vurdu, pasaportu geri verdi, "Next!" dedi. Yok artık, bu muydu lan!

Yolculuğumun son ayağını Christchurch'den Dunedin'e yaptığım bir saatlik uçuş oluşturdu. Bu uçuşun benim için ilginç yanı yolculuğu yaptığım ATR 72 model uçaktı. Yanlış hatırlamıyorsam hayatımda bindiğim en küçük uçaktı. Bu uçuşun sonunda Çarşamba günü yerel saatle 14:25'de (Çarşamba 03:25 TSİ) toplam 38 saatin ardından İstanbul'dan çıkp Dunedin'e varmış oldum. Vatana millete hayırlı, uğurlu olsun!

6 Ocak 2012

Yeni Zelanda Seferi - Bölüm 1: İstanbul'dan Singapur'a

Yeni Zelanda'ya olan yolculuğuma 2 Ocak Pazartesi günü başladım.  Kıyafetleri içeren bir bavul, fotoğraf makinası ve aparatlarını içeren askılı bir çanta ve Altan'dan (kendisi sırt çantam olur) ibaret olan yol arkadaşlarımla beraber sabah 9:30 gibi bölümden çıktım. 59RS, Metro ve Havaş vasıtasıyla Atatürk Havaalanı'na ulaştım. İlk korkulu rüyam, yol arkadaşlarımın kilo engeline takılmalarıydı. Lakin beklediğimden hafif çıktılar, sıkıntı olmadı. Check-in yapan görevli kadın, uçuş rotamın dolambaçlı yollarında kafası karışmış bir şekilde (ara ara gidecek başka yer bulamadın mı der gibi yüzüme bakarak) işlemlerimi yaptı.  Sadece kıyafetlerin olduğu bavulu bagaja verdim. Kendisinin benimle birlikte Yeni Zelanda'ya gelmek yerine bir süre başka yerlerde takılma ihtimali olabileceğinden önemli herşeyi Altan'a yükleyip yanıma aldım.

Saat 13:00 civarında üzerinde 31A yazan biniş kartımla Singapur Havayolları'nın SQ391 sefer sayılı uçağına adımımı attım. İstanbul'dan Singapur'a olan uçuş 10 saat kadar sürüyor. Yolculuğun rahat geçmesi için iki kilit nokta var. Birincisi önümdeki küçük LCD ekrandaki film, oyun vesairenin beni ne kadar oyalıyacağı. Neyseki film ve dizi arşivi fena çıkmadı, arada bir iki de sudoku çözerek bütün uçuşu geçirdim. Uzun uçuşun ikinci kilit noktasıysa sizin koltuğunuzun rahatlığı ve yanınızdaki insanın fiziksel ve ruhsal durumunun bileşke fonksiyonundan oluşuyor. Koltuk dar, yandaki vatandaş da sisman ve konuşkansa uzun yol iyice kabusa dönüyor. Uçağa binip, 31. sıranın biznis kılasın bitip züürt sınıfın başladığı yer olması sebebiyle koltuğun önündeki normalden büyük olan boşluğu ilk gördüğümde, bedelliye hak kazanan bir doktora öğrencisi gibi şenlendim. Üstüne bir de tüm yolcular bindikden sonra yanıma kimse oturmayınca tam keyfimden şuurumu kaybedecek kıvama geldiğim o anda bir görevli uçağın arka tarafından iki kişiyi getirip yanıma oturtu verdi. Keyfim biraz kaçtıysa da "aza tamah etmeyen çoğu bulamaz" diyerek (yok artık!) kendimi teskin ettim. Vatandaşlar ilginç tipler çıktı. Diyarbakır'da hayvansal ilaç satan bir firmada çalışıyorlarmış. Kotalarını doldurunca şirket bunları Tayland'a taile göndermiş. Toplam on kişiymişler. Oha, o ne lan! Tayland'a on adamı tatile göndermek nasıl bir olaydır. Neyse konunun detaylarına girmek istemiyorum. Neyseki uçuş boyunca bibirleriyle muhabbet ederek bana çok bulaşmadılar.


Uçak Singapur'un Changi Havaalanı'na yerel saatle sabah 5:25 (23:25 TSİ) ciavarında indi. Singapurdaki aktarma sürem yaklaşık 14 saat! Bir yandan nasıl geçer bu kadar zaman hava alanında diye düşünüyorum, bir yandan da bastıran uykuyla mücadele ediyorum. Uyusam iyi olur ama, Altan'a veya fotoğraf makinasına birşey olur diye tırsıyorum. Biraz etrafı dolandıktan sonra sonunda bir koltuğa yığılıp beklemeye başladım. Saat erken olduğu için etrafta pek hareket yok. Havaalanı genel olarak hoşuma gitti. Işıklandırmadan mıdır, mobilyalardan mıdır sıcak bir havası var. Bir de her yerde büyük ekran televizyonlar var. Herbirinde farklı belgeseller, filmler yayınlanıyor. Zaman geçirmede çok faydalı. Altanı ayaklarımın altına alıp fotograf makinasına da sarılıp tavşan uykusuna dalıyorum. İki üç saat bu şekilde oyalandıktan sonra daha önce Web'de gördüğüm, benim gibi uzun süre aktarma bekleyenler için havaalanının düzenlediği ücretsiz otobüsle şehir turuna kayıt yaptırdım. Benim gibi 20 kadar zavallıyla bir otobüse doluşup şehri turlamaya başladık. Rehber biraz kafayı çizmiş sanırım. Sürekli olarak yok Singapur şöyle güzel, yok Singapur böyle muhteşem gibisinden birşeyler anlatıyor. Tamam kardeşim şehir güzel ama sen niye pazarlamacı moduna girdin! Bir de aralarda ne alakaysa Ricky Martin'in vakti zamanında meşhur olan bir şarkısını söyleyip durdu. Neyse, rehberi boşverip kısa bir Singapur yorumu yapmak gerekirse, bir devletin çok parası olursa ve bu parayı halka iyi paylaştırırsa insanlar ırk, din, dil vesaireye takılmadan gül gibi bir arada geçinip gidebiliyorlarmış. Malay'ı, Çinli'si, Avrupalı'sı hepsi bir arada sorunsuz takılıyorlar. En düşük gelirli vatandaşın bile devlet desteğiyle de olsa kendi evi var. Şehir (biraz fazla) düzenli. Tek sorun cehennem gibi bir sıcak ve korkunç rutubet!


Turdan sonra havaalanında yarı uykluyarak, yarı Web'de takılarak bir sonraki uçuşumu beklemeye başladım ki bu hikaye de bir dahaki sefere!


Yeni Zelanda'nın nesi yeni?

Yeni Zelanda'yla ilgili şahsıma sıkça sorulan soruların cevapları ve yararlı yararsız bilgiler:

Soru: Yeni Zelanda dediğin Avusturalya'nın oraya düşüyor di mi?
Cevap: Yeni Zelanda, Avusturalya'nın yaklaşık 2000 km güneydoğusunda (karşılaştırma için yaklaşık İstanbul Frankfurt arası kadar) bulunuyor. Yani, evet dünya haritasına bakınca oraya düşüyor ama aslında tam da orada değil.

Soru: Oha! Bildiğin uzakmış yahu! Kaç kilometre peki Türkiye'den kuş uçuşu bu memleket?
Cevap: Türkiye Yeni Zellanda arası kuş uçuşu mesafe yaklaşık 17500 km (karşılaştırma için dünyanın çevresi yaklaşık 40000 km).

Soru: Yuh! Çok uzakmış lan! Nasıl gidilir peki oraya, kaç saat sürer, kaç paraya patlar (gizli soru: sen hazır ordayken bizde bir yanına gelsek mi?):
Cevap: Aklıselim insan bu mesafeyi uçakla katediyor. Singapur veya Dubai'de aktarma yapıyorsun. Aktarmalar hariç uçuş 20~22 saat kadar sürüyor. Biletler gidiş-dönüş 1600~1700 Euro arasında değişiyor. (gizli cevap: gelemen!)

Soru: Saat farkı nedir?
Cevap: O iş biraz karışık! Yaz saati uygulaması işi bozuyor. Malum Kuzey Yarımküre'de yazken (kışken) Güney Yarımküre'de kış (yaz) oluyor filan falan. Sonuç olarak saat farkı Türkiye'de yaz saati uygulanırken 9, Yeni Zelanda'da yaz saati uygulanırken 11 saat oluyor.

Soru: Havasıda sıcaktır şimdi oranın!
Cevap: Yeni Zelanda'da kuzeyden güneye doğru yaklaşık 1600 km boyunca uzanan iki adadan oluşuyor. Adaların isimleri çok yaratıcı! Kuzeydekinin ismi "Kuzey Adası", güneydekinin ismi "Güney Adası". Güney Adası'nda en yükseği 3754 metre olan "Cook Dağı" ile beraber 18 tane 3000 metre üzeri zirvesi olan ve "Güney Alpleri" olarak bilinen sıra dağlar var. Bunlar yetmezmiş gibi adalar güney okyanusunun hemen kıyısında olunca hava şartları konuma ve zamana bağlı olarak çok fazla farklılık gösterebiliyor. Kuzey adası genel olarak daha ılıman bir iklime sahipken güneye gidildikçe hava soğuyor. Benim bulunduğum yer olan Dunedin şehri hemen hemen en güneyde. Bu yüzden oldukça serin! Örneğin şu an yaz mevsiminin ortasındayız ve Dunedin'de hava gündüz en yüksek 19 derece. Öte yandan kuzeydeki Auckland'da 26 derece. Bunun yanında hava günlük güneşlikken bir anda kapanıp 10 dakika deli gibi sağnak indirip sonra tekrar açabiliyor.

Soru: Yeni Zelanda İngiliz sömürgesi midir, Avusturalya'ya mı bağlıdır?  Yoksa nedir bu memleketin olayı?
Cevap: Yeni Zelanda 1854'den beri parlementer monarşiyle yönetilen bağımsız bir devletdir. Yani bizim İngiltere Kraliçesi olarak bildiğimiz 2. Elizabet aynı zamanda Yeni Zelanda'nın da kraliçesidir (aynı zamanda Avusturalya, Kanada ve başka bir sürü ufak tefek ülkenin de kraliçesidir). Ancak, aynı İngiltere'de olduğu gibi ülkenin idaresinde söz sahibi değildir. Bu işler karısık işler (bakınız westminster system, commonwealth realm) olmakla birlikte sonuç olarak bağımsız bir ülkedir!

Soru: Yeni Zelanda'da kanguru veya koala var mı?
Cevap: Doğal ortamda yok, hayvanat bahçesinde var.

Soru: Aborjin var mı Aborjin?
Cevap: Avusturalya'dan göçenleri saymazsak yok. Adaların yerli halkı Maoriler. Polenezya'dan gelen Maoriler adalara ilk kez 1250~1300 yıllarında gelmişler. Onlar da çok yerli sayılmazlar yani. Onlardan öncede adalarda iki ayaklı maymun yerleşimine rastlanmamış.

Soru: Ulan, kanguru yok, koala yok velhasıl Aborjin de yok! Ne zıkkım yaşar lan bu memlekette?
Cevap: Ülkenin resmi hayvanı "kiwi" kuşudur. Kendisi evrimin bir cilvesi olarak etrafta bunu avlayacak avcı hayvanlar olmadığı için uçma yetisini kaybetmiştir. Ülkenin resmi sembolüdür. Ayrıca Yeni Zelanda ahalisinden olanlara Kiwi de denir. Bunun haricinde adaya özgü birçok başka kuş, kurbağa, kertenkele türleride mevcut olmakla beraber her zaman olduğu gibi cinsimizin adalara gelişiyle bu türlerin birçoğunun soyu tükenmiştir.