13 Haziran 2012

After Action Report: Queenstown

Olukça gecikmeli olarak da olsa sonunda Queenstwon raporumu yazıyorum :) Qeeunstown, Güney Adası'nın batısında Wakatipu Gölü kıyısında küçük bir tatil kasabası. Queenstown 1860'da bir kaç çiftçi tarafından kurulmuş. İki sene sonra bögedeki nehirlerde altın bulununca bir altına hücum dönemi yaşamış. Son zamanlarda da doğasından dolayı bir tatil kasabası halini almış. Burası özellikle Yeni Zelanda'nın doğa sporları başkenti olarak biliniyor. Benim bildiğim (veya ilk defa duyduğum) her tür doğa sporunu burada yapmak mümkün. Özellikle yürüyüş parkurları açısından aşmış bir bölge. Bir kaç saatlik çok basit parkurlardan, bir kaç hafta süren ve ciddi kondisyon ve çoğunlukla da dağcılık bilgisi gerektiren parkurlara kadar onlarca parkur belirlemişler. Uzun parkurlarda ayrıca insanların kullanabilecekleri kulübeler yapmışlar.

Yolculuk detaylarına geçersek, sabah 10'da Dunedin'den otobüsle Queenstown'a doğru yola çıktım. Aslında tam otobüs de denemez, münübüsten hallice bir taşıt diyelim. Zaten yolda bütün kasabalarda durduk, şoför de yolcuların çoğuyla kanka olmuş, herhalde devamlı kullanıyorlar! Dunedin'den Queenstown yaklaşık dört saat sürüyor. Bu bölgeye Central Otago deniyor, Orta Anadolu'ya ithafen Orta Otago diyebiliriz. Öte yandan benzerlik sadece isimle de kalmıyor. Bu bölge hem coğrafi olarak, hem de kasabalardaki hava açısından Orta Anadolu'ya cidden çok benziyor. Bir ara kendimi Orta Anadolu'da bir yerden bir yere giden yerel dandik otobüs firmalarından birinde (örneğin "Öz Otago Seyahat") yolculuk ediyormuşum gibi hissettim diyebilirim.

Queenstown'a varınca önce kalacağım otele gidip eşyaları bırakmaya ve sonra da etrafı gezmeye karar verdim. Burası turistik bir yer olduğu için her yer otel. Buna rağmen dandik otellerin fiyatları bile oldukça yüksek. Oda fiyatlarındaki önemli bir etken odanin göl manzarası olup olmaması. Manzaralı odalar manzarasızlara göre neredeyse bir buçuk kat daha pahalı. Ben odada pek zaman geçirmeyi düşünmediğim için gitmeden önce bulabildiğim en ucuz giriş katı manzarasız odaya rezervasyon yaptırmıştım. Otele gidince resepsiyondaki görevli benim odamda bir sorun olduğunu ve bana üçüncü katta başka bir oda verdiklerini söyledi ve bunun bir sorun yaratıp yaratmayacağını sordu. Ben zaten en ucuz odaya rezervasyon yaptırdığım için yeni odanın daha kötü olma şansı olmadığını düşünerek sorun yok dedim. Anahtarımı alıp odama doğru yönelirken kafamda bir şimşek çaktı. Üçüncü kat mı? Rezervasyon yaparken üçüncü katta hiç manzarasız oda görmemiştim! Ahha! Bedavadan manzaralı odanın gazıyla adımlarımı sıklaştırıp odaya vardım. Odaya girdiğimdeyse kısa süreli bir algı buhranı yaşadım. Bu buhranın sebebi bana otel odası değil de iki oda bir salon dublex daire vermiş olmalarıydı. Emlakçı ağzıyla, 2+1, 120 metrekare ultra lüks göl manzaralı keyifli dublex daire. Burada itiraf ediyorum, görgüsüzlüğü abartıp odada kaldığım iki gecede de farklı odalarda yattım :)

Odadan manzara
Odadan manzara
Otel işini hallettikten sonra dolaşmak için dışarı çıktım. Queenstown'ın merkezi oldukça küçük. Genelde restoran, bar ve lüks markaların mağazalarının olduğu küçük bir çarşısı var. Bunun haricinde tüm göl kenarı park olarak düzenlenmiş. Bir de büyükçe bir botanik bahçesi var. Zaten Yeni Zelanda'da her şehrin orta yerinde mutlaka bir botanik bahçesi var. Yol yorgunluğu ve havanın da kararmasıyla bir şeyler atıştırıp otele geri döndüm.


İkinci günün tamamını Fiordland Milli Parkı turuna ayırmıştım. Fiordland Milli Parkı, Güney Adası'nın güneybatı ucunda bulunuyor. Bu bölgede buzul çağında oluşmuş bir çok fiyord ve göller var. Parkın içinde tek bir asfalt yor var. Zaten katıldığım tur da bu yolu takip edip ilginç noktalarda durup fotoğraf çekmekten ibaretti. Öte yandan sırf yolda etrafı seyretmek bile görsel açıdan çok zevkliydi. Doğa gerçekten çok güzel. Bu pek anlatılacak bir şey değil tabi, görmek lazım :) Turun sonunda da burdaki fiyordların en meşhurlarından biri olan Milford Sound'da bir tekne gezisi yaptık. Bu fiyordun iki tarafı da 1000 metreye kadar yükselen dik kayalıklarla çevrili. Oldukça etkileyici bir yer, insanın görsel algısı oldukça karışıyor, her şey çok büyük. Sabit bir kütle gibi görünen buzulların bu kadar ilginç yer şekilleri oluşturabilmesi de oldukça etkileyici bir durum. Buradaki başka ilginç bir ayrıntı da fiyordların isimlendirilmesiyle ilgili. Bu fiyordları ilk keşfedenler buraları fiyord değil de "sound" olarak isimlendirmişler. "Sound" için Türkçe'deki coğrafi terim nedir bilmiyorum, biri beni aydınlatırsa sevinirim! Basit olarak fiyord ve sound arasındaki ayrım şu. Fiyorlar buzulların oluşturdukları vadilere deniz suyu dolmasıyla oluşurken, soundlar akarsuların oluşturdukları vadilere deniz suyu dolmasıyla oluşuyor. Bu bölge ilk keşfedildiğinde böyle bir ayrım yokmuş ve bu fiyordlar sound olarak isimlendirilmişler. Sonra da herkes bu şekilde alıştığı için değiştirmemişler.




Queenstown bir tepenin eteğine kurulu. Bu tepenin zirvesinde bir mesire yeri (bayılıyorum bu lafa) var ve buraya bir teleferik kullanarak ulaşılıyor. Son gün dönüş otobüsünden önce olan zamanımın bir kısmını burada geçirmeye karar verdim. Manzarası çok güzel. Bütün Queenstown ve Wakatipu Gölü'nü çevreleyen dağlar buradan görülebiliyor. Bunun haricinde burayı çevredeki yürüyüş ve dağ bisikleti parkurlarının başlangıç noktası olarak da düzenlemişler. Yamaç paraşütü yapmak da mümkün. İlk önce manzaraya bakıp tekrar aşağı inerim diye düşünüyordum, ama burası çok hoşuma gitti ve yemek işini de burada halledip üç saat kadar burada oyalandım. Daha sonra Öz Otago Seyahat'in Dunedin seferiyle eve dönerek bu yolculuğu da tamamladım.


Not: Diğer fotoğraflar için bağlantıyı dürtün!

23 Nisan 2012

Rugby Çılgınlığı

Buraya geldiğimden beri bir rugby maçına gitmek istiyordum, ama şimdiye kadar bir türlü denk gelmemişti. Sonunda geçtiğimiz hafta sonu şehrimiz Dunedin'in güzide takımı Higlanders ile Auckland temsilcisi Blues arasındaki maça giderek bu isteğimi gerçekleştirdim. Son saniyesine kadar çekişme içinde geçen maçı takımımız Higlanders 30-27 kazanarak bu sezonki başarılı performansını sürdürdü.

Malum, rugby Türkiye'de hemen hemen hiç bilinmeyen bir spor. Daha çok bilinen Amerikan Futbolu'na benzetilse de aslında çok farklı bir oyun. Kuralları oldukça karışık. Örneğin ofsayt çizgisi karşı takımın oyuncularından bağımsız olarak sadece topun yerine göre belirleniyor. Genel olarak topun ilerisinde olan oyuncu ofsayt oluyor (genel lafından anlaşılacağı üzere ofsayt tanımının değiştiği durumlar var ama anlatması çok karışık, merak eden açsın kural kitabını okusun). Esas ilginç kural ise topu bilinçli olarak ileriye doğru atarak saha kazanmanın yasak olması. Bu ofsayttan bağımsız. Yani, topu ileriye doğru atarsan, bir takım arkadaşın o anda ofsayt olmasa bile koşup topu yakalayamıyor. Hal böyle olunca oyunda hücum etmenin tek yolu topu tutan oyuncunun ileriye doğru koşması oluyor (aslında başka yollar da var ama kurallar kurallar...). Bazı durum ve taktikleri henüz tam çözemesem de genel olarak seyretmesi zevkli bir spor. Oyun çok durmuyor (hakem genelde pozisyonları avantaja bırakıyor) ve oyun sırasında da sürekli hareket var. Etrafta her an üstüne atlamaya hazır üç beş izbandut rakip olunca, normal olarak topu tutup zaman geçireyim gibi şeyler yapılmıyor oyuncular.

Öte yandan rugby oldukça vahşi de bir spor. Tamam, biliyorum, dövüş sporları adı altında bir takım sporlar var. Ancak bu sporlarda adı üstünde, amaç karşıdakini pataklamak. Rugby'nin tanımındaysa böyle bir şey olmamasına rağmen millet birbirini fena pataklıyor. Sonuçta rakibe vurmak yasak ama oyuncular birbirine öyle bir giriyor ki ben o sahaya çıksam iki dakika sonra beni çimlerden spatulayla kazımaları gerekir. Ama oyuncularda nasıl bir fizik kondisyon varsa, adamlara bir şey olmuyor. Örneğin benim gittiğim maçta bir adamın kafası patladı. Şaka değil, bildiğin herifin beyni aktı sahaya. Ben dedim adam sizlere ömür. Artık mevtayı ertesi gün öğle namazını müteakip Dunedin Asri Mezarlığı'na gömeriz. Ama ben bunu düşünürken ne oldu, bir sağlık görevlisi geldi, o ikiye ayrılmış kafayı yarım yamalak bir bandajla sarıp tekrar bir araya getirdi ve o çoktan ahirete göçmüş olması gereken arkadaş sanki hiçbir şey olmamış gibi kalkıp oyuna geri döndü. Gerçi maç sonrası gördüm, gözler bir şaşı bakıyordu elemanda ama o kadar da olur artık.

Sonuç olarak rugby izlemesi zevkli ama oynamaktan uzak durulması gereken bir spor olarak kayıtlarımıza geçmiş oldu.

not: ofsaydın "offside" olduğunu anlayan insanın dünyasının değiştiği o an...

16 Nisan 2012

After Action Report: Auckland

17-19 Mart'ta hem gezmek hem de Volvo Ocean Race'i (VOR) seyretmek için Auckland'a gittim. Auckland Yeni Zelanda'nın en büyük şehri. Yaklaşık bir buçuk milyonluk bir nüfusu var ki bu Yeni Zelanda nüfusunun üçte birine karşılık geliyor. Şehir Yeni Zelanda'nın kuzeyinde Waitemata Körfezi'nin kıyısında bulunuyor. Kuzeyde olmasından dolayı hava Dunedin'e göre oldukça sıcaktı. Ama Yeni Zelanda'nın genelinde olduğu gibi burada da hava bir anda değişebiliyor. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğim. Şehrin merkezi Viaduct Basin. Aslında burası Auckland'ın eski ticari limanı. Ancak şehrin gelişmesiyle liman buradan taşınmış ve bu bölge lüks apartmanlar, iş merkezleri ve restoranların olduğu bir yer haline gelmiş. Şehir merkezindeki yapılar daha çok gökdelenlerden oluşuyor. Öte yandan şehir merkezinin dışındaysa hep bir-iki katlı bahçeli evler var. Her yer yemyeşil. Acukland bu açıdan çok güzel bir şehir. Şehir merkezi çok hareketliyken, beş dakikalık yürüme mesafesinde her şey bir anda sakinleşiyor. Bu yüzden şehir her türlü yaşam tarzına hitap ediyor. Zaten şehir genelde Dünya'nın en yaşanabilir şehirlerinden biri olarak gösteriliyor.

Auckland'lıları diğer Yeni Zelandalılar JAFA (just another fucking Aucklander) diye çağırıyor. Bunun nedeni Aucklandlıların biraz burnu havada ve vurdumduymaz olmalarıymış ama ben bunu doğrulayacak bir olayla karşılaştığımı söyleyemem. Öte yandan Auckland oldukça kozmopolit bir şehir ve ciddi bir Asyalı göçmen nüfusuna da sahip. Auckland ayrıca "City of Sails" olarak da anılıyor ve bu ismi sonuna kadar hak ediyor. Şehirde kayıtlı 135000 tekne varmış ve her üç eve bir tekne düşüyormuş.

Bu kadar temel bilgiden sonra biraz da yolculuktan bahsedeyim. Cumartesi sabahı Dunedin'den yaklaşık bir buçuk saatlik bir uçuşla Auckland'a geldim. Havaalanının kapalı mekanından açık havaya çıkınca suratıma bir sıcak hava dalgası çarptı ve sanırım Yeni Zellanda'ya geldiğimden beri ilk defa durduğum yerde terlemeye başladım. Havaalanı ve şehir arasında çalışan otobüsü kullanarak şehir merkezine geldiğimdeyse, hissettiğim ilk şey Dunedin'in sessiz sakin yaşantısından sonra Auckland'ın gürültü patırtısının bende yarattığı tedirginlik oldu. Yüksek binalar, kalabalık, gürültü ve hatta neredeyse trafik bana biraz garip geldi doğrusu. Öte yandan bu tedirginlik çok da uzun sürmedi.

Auckland yolculuğumun temel sebeplerinden biri VOR'u izlemekti. Bilmeyenler için VOR dünya çevresini dolaşan bir yelken yarışı. Yarışan tekneler Avrupa'dan başlayıp sırasıyla Atlas, Hint ve Pasifik Okyanuslarını geçerek tekrar Atlas Okyanus'una ve Avrupa'ya ulaşıyorlar. Yelkenliler ayrıca bu rotadaki esas yarışın dışında rota üzerindeki çeşitli limanlara da uğrayıp buralarda da gösteri yarışları yapıyorlar. Yarışa katılan tekneler Dünya'daki en hızlı tek gövdeli (monohull) tekneler. Merak edenler daha fazla bilgi için VOR'un resmi sitesi veya Wikipedia'ya bakabilirler.

Esas konuya dönersek, şehir merkezine gelince yarışları seyretmek için doğrudan yarış köyüne gittim. Etraf ana baba günü! Tüm Auckland çoluk çocuk buraya gelmiş. Neyse sonunda güzel bir nokta bulup bir yandan da fotoğraf çekerek yarışları seyrettim. Yarışlardan sonra da genelde liman bölgesini gezdim. Buradaki marinada efsanevi yelkenli ve motoryatlar var. Biz Türkiye'de 15 metrelik yelkenli gördük mü vay be amma büyük derken, buradaysa 15 metre altı yelkenli neredeyse yok gibi. Akşama doğru bütün gün ayakta durduktan sonra yarı canım çıkmış şekilde yavaştan otel yoluna koyuldum. O gün geldiğimden beri etrafta sürekli İrlanda formasıyla (aslında sadece forma değil, yeşil renkte olan her türlü kıyafet, peruk, bayrak, balon vs.) dolaşan insanlar görüyordum, ama neden olduğunu anlayamamıştım. Meğer o gün St. Patrick's Day (İrlanda'nın azizi) miş ve bu tipler de Auckland'da ciddi bir nüfusa sahip olan İrlandalılarmış.

İkinci gün önce Voyager Maritime Müzesi'ne gittim. Burası aslında denizcilik müzesi olsa da Yeni Zelanda'nın tarihi denizle (biraz fazla) iç içe olduğu için, bir nevi Yeni Zelanda tarih müzesi gibi. Müzeyi gezince ayrıca tarihi bir yelkenliyle bir saatlik bir gezi yapma hakkı da kazanıyorsunuz. Bu gezi tüm yolculuğun en keyifli kısımlarından biri oldu. Hem yelken tecrübesi olarak alışık olduğumdan oldukça farklıydı hem de şehrin denizden manzarasını görmüş oldum. Müze gezisinden sonra tekrardan yarış köyüne giderek VOR filosunun yarışın sonraki ayağı için Brezilya'ya doğru Auckland'dan ayrılışlarını seyrettim.

İlk iki günün VOR ve deniz odaklı olacağını bildiğim için son günü şehri dolaşmaya ayırmıştım. Ancak iki gündür pek bir güzel olan hava son gün çıldırdı ve bütün gün durmaksızın yağmur yağdı. İlk başta yağmuru çok önemsemeyip (Yeni Zelanda'da sahip olunması gereken bir özellik) bir miktar dolaşsam da bir yerden sonra çaresiz kapalı bir mekana sığınmam gerekti. İşin en bomba kısmı ise akşamüstü Dunedin'e geri dönmek için havaalanına gidince ortaya çıktı. Havaalanına gittiğimde etraf çok kalabalıktı, o kadar ki herkes yerlerde oturuyordu. Buranın ahalisi yere oturma konusunda geniş olduğu için önce pek yadırgamadım. Fakat kafamı kaldırıp uçuş bilgilerinin olduğu ekrana bakınca kalabalığın nedeni ortaya çıktı. Meğer Auckland'da o gün sadece yağmur değil aynı zamanda (şehir merkezinde çok hissedilmese de) kuvvetli rüzgar da varmış ve bu kuvvetli rüzgar nedeniyle bir çok uçuş iptal olmuş. Olayı fark edince hah dedim bu akşam havaalanında uyuyacağım! Zaten böyle bir olay olmadan bu yolculuğu bitirsem şaşırırdım. İşin kötü yanıysa ortama bir karmaşanın hakim olması ve görevlilerin çoğunun da uçuşların iptal olup olmayacağını bilmiyor olması. Genelde tek dedikleri bekleyin ve anonsları dinleyin. Neyse ki bir saat kadar bekledikten sonra sonunda benim uçuşun yapılacağı anonsu geldi. Anladığım kadarıyla iptal olan uçuşlar genelde daha kısa mesafe ve küçük uçaklarla yapılanlarmış ve benim uçuş kısmen uzun mesafeli olduğu ve daha büyük bir uçakla yapıldığı için iptal olmamış. Sonuç olarak akşam saatlerinde Dunedin'e geri dönebildim. Böylece bu macerayı da sonlandırmış oldum.

Not 1: Fotograflar icin Facebook Albumu

Not 2: Oha, Auckland'a gideli bir ay olmuş! Neden bilmiyorum ama bu yazıyı yazmaya elim bir türlü gitmedi. Neyse sonunda yazabildim.

10 Nisan 2012

yeni zelanda'da zaman kayması

Bu yaz saati kış saati olayı hep kafamı karıştırmıştır. Hangisinde ileri alıyorduk, hangisinde geri alıyorduk, ve hatta, ileri almak ne demek, geri almak ne demek, vs vs... Öte yandan eskiden en azından sadece saati geri mi alacağım ileri mi alacağım diye düşünürdüm. Şimdiyse işin içine zaman dilimi ve o da yetmezmiş gibi bir de Kuzey ve Güney Yarımküre farkı girdi. Zaman dilimi hadi neyse de bu yarımküre olayı bitirici darbe oldu.

Burada haftalık olarak yaptığım iki toplantı var. Birincisi buradaki danışmanım Michael ile olan toplantılarım ki buna (esas doktora danışmanım) Pınar da (laubaliliğimi mazur görsün) Skype üzerinden katılıyor. İkincisiyse yine Pınar ve Özgür (bilmeyenler için doktoradan arkadaşım) ile Skype üzerinden yaptığımız toplantılar.

Buraya ilk geldiğimde Türkiye ile zaman farkı +11, Amerika ile ise (Doğu Zaman Dilimi) +18 saatti. Bu durumda Michael ve Pınar ile olan toplantıları sorunsuz bir şekilde Yeni Zelanda'da sabah 10 ve Amerika'da (önceki gün) öğleden sonra 4'de olacak şekilde ayarladık. Pınar ve Özgür ile olan toplantılardaysa işin içine bir de Türkiye girince olay daha bir karıştıysa da Özgür akşam 10'da toplantı yapmayı kabul edince Yeni Zelanda'da sabah 9, Türkiye'de Akşam 10 ve Amerika'da da öğleden sonra 3'de olacak şekilde bu toplantıları da ayarladık.

İlk başta her şey yolunda gitti. Ta ki yaz saati uygulaması denen illet ortaya çıkana kadar. Bu illet önce 11 Mart'ta Amerika'da baş gösterdi. Amerika yaz saatine geçince saatler bir saat ileri alındı ve fark +17 oldu. Michael ve Pınar ile olan toplantıları sabah saat 10'dan 9'a çekerek sorunu çözdük. Özgür ve Pınar ile olan toplantılarda da Pınar açısından toplantıyı 3'den 4'e alınca mesele kalmadı. Yaz saati illeti daha sonra Türkiye'ye sıçradı ve 25 Mart'ta saatler bir saat ileri alındı. Böylece Türkiye ile saat farkı +10 oldu. Bu sorunu da Özgür açısından toplantıyı 10'dan 11'e çekerek (ve Özgür'ün toplantılara yatağından pijamalarıyla katılmasıyla) hallettik.

Tam her şey yoluna girdi derken yaz saati illeti sonunda Yeni Zelanda'ya da sıçradı. Aslında Amerika ve Türkiye'den sonra Yeni Zelanda'da da yaz saatine geçilince her şeyin ilk haline geri dönmesi gerektiğini düşünüyor insan. Ancak ne yazık ki o iş öyle olmuyor! Çünkü Yeni Zelanda Güney Yarımküre'de ve bu nedenle aslında yaz saatine değil kış saatine geçiyor. Yani saatler ileri değil geri alınıyor! Bunu ilk fark edişim çok komikti. Michael ve Pınar ile toplantı yapıyorduk. Saat konusu açıldı. Ben az önce yazdığım mantıkla, oh ne güzel toplantılar yine 10'da olacak diye düşünürken, Michael toplantıları 8'e mi çekeceğiz diye sordu. Ben o noktada mala bağladım! Sanırım Pınar da önce tam anlam veremedi ama o işi çabuk toparladı. Bense bir süre daha Michael'ın suratına bön bön bakmaya devam ettim. Sonra bir anda jeton düştü, ve ardı sıra gelen yoğun bir hayal kırıklığını takiben bir hayattan soğuma, vs vs...

Sonuç olarak Michael ve Pınar ile olan toplantılar için iki çözüm mevcuttu. Ya Michael ve benim açımdan toplantıyı sabah 8'e çekecektik yada Pınar açısından akşamüstü saat 5'e alacaktık. Mantıklı olan ikinci seçenek gibi görünse de Pınar'ın akşamüstü çocuklarını okuldan alması gibi bir durumu olduğu için bu seçenek mümkün olmadı. Sonuç olarak orta yolu (Michael'a da ayıp olmasın diye) bizim açımızdan sabah 8.30, Pınar içinse akşamüstü 4.30 olacak şekilde bulduk. Özgür ve Pınar ile olan toplantılardaysa "Michael'e ayıp olmasın" faktörü ortadan kalkınca Akın'a zaten ayıp olmaz diyerek toplantı saatleri benim için sabah 7.30, Özgür için akşam 10.30 ve Pınar için de akşamüstü 3.30 olacak şekilde ayarlandı (bu toplantıların geleceğiyle ilgili ciddi şüphelerim olduğunu buradan herkese belirtmek isterim!).

Yaz saati uygulamasının olmadığı bir gelecek umuduyla...

Not 1: Bunun bir de Afyon'da zaman kayması şeklinde olanı mevcuttur. Bazı malum arkadaşlar o günü iyi hatırlarlar :)

Not 2: Internet öncesi zamanlarda saati doğru ayarladığını kontrol etmek için TRT'nin Teletex'ini benden başka kullanan zat var mıdır aranızda?

Not 3: Zamanını burada yazanlardan daha iyi bir şeyler okuyarak geçirmek isteyenler için PKD'den Martian Time-Slip'i öneririm.

2 Mart 2012

İş, güç, vs

Çoğu insan (ki buna ben de dahilim) buraya gelişimin asıl amacının tezimle ilgili çalışmak olduğuna pek inanmıyor. Genel kanı benim buraya gezip tozmaya geldiğim yönünde. Gezme tozma aktiviteleri doğal olarak bu (akademik) ziyaretin önemli bir kısmını oluştursa da (17500 km yolu sadece bir ofise kapanıp çalışmaya gelmedim) bu aralar çalışma kısmının ağır bastığını söyleyebilirim. Aslında ziyaretim akademik açıdan beklediğimden çok daha verimli geçiyor. Buraya gelmeden önceki beklentim ilk iki üç ayın mekan değişikliği, yeni bir kişiyle çalışmaya başlama, görece farklı bir konuda çalışma gibi sebeplerden pek verimli geçmeyeceği yönündeydi. Ancak beklentimin aksine geçen ilk iki ay oldukça verimli geçti. Hatta önümüzdeki hafta bir çalıştaya (evet workshop, Türkçesine alışmaya çalışıyorum) bildiri (aha bu da paper) gönderecek duruma bile geldik ki sırada bekleyen başka işler de var.

Bu durum üzerine, İstanbul'da niye benzer bir verimlilikte çalışamadığımı düşünmeye başladım. Aklıma gelen iki temel sebep var. Birincisi, buraya gelmemdeki genel motivasyonum. Sanırım buraya belirli bir sürede, belirli bir işi yapmak amacıyla geldiğim için bu altı aylık dönemi hayatımın geri kalanından biraz soyutlamışım gibi bir durum oluştu. Örneğin, İstanbul'da sürekli olarak altan alta kafamı meşgul eden ne olacak bu tezin hali, hadi tez bitti, sonrasında ne olacak, iş güç para meseleleri, vs gibi genel problemlerden bir şekilde uzklaştım. İstanbul'da da oturup bütün gün bunları düşünmüyordum tabi ama ister istemez bu tür şeyler kafamın bir yerini hep meşgul ediyordu. Buradaysa bu tür konular bir şekilde kafama çok takılmıyor. Sanki hepsini bir süreliğine ertelemişim gibisinden bir hissiyat içindeyim. Sanırım benzer bir süreci yeterlilik sınavı zamanında da yaşamıştım. Sonuç olarak, uzun vadeli problemlerden kurtulunca kafayı işe vermek de daha kolay oluyor.

İkinci sebepse ki bu daha önceden de düşündüğüm (ve tartıştığım), Boğaziçi'ndeki bizim bölümün sosyal ortamı gibi görünüyor. Kabul ediyorum, ortamımız iyi, muhabbet güzel, genel olarak herkes iş ilişkisi dışında da birbiriyle iyi arkadaş, vs. Bir nevi tadından yenmez yani! Ama bu ortam, en azından benim için (kabul edin gençler, hepimiz için) çalışma motivasyonunu negatif yönde etkiliyor. Bölümdeyken genelde olan şu. Kafayı gömmüş çalışıyorum. Uğraştığım bir sorunu o an çözemiyorum. Bu işi nasıl hallederim diye düşünürken, "hımm, dur lan bir kahve alayım!" diyorum. Sonrasında o kahve alma süreci insanlarla muhabet etmek suretiyle iki üç saate kadar uzuyor. Tekrar masama dönüp de çalışmaya başlayabilsem bile, neyle uğraşıyordum lan ben diye kafayı toparlayana kadar gün bitiyor. Ha diyelim ki çalışırken her şey iyi gidiyor, her karşıma çıkan problemi tıkır tıkır çözüyorum, konsantrasyon zirve yapmış, tam olayı kotaracağım (örneğin, P = NP mi? oldu canım :P), canı sıkılmış bir vatandaş (bakınız, kahve alan zat) yanıma yaklaşıp "naabıyon?" diyor. Bu sihirli kelimeyle birlikte nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde benim bütün çalışma motivasyonum uçup gidiyor ve ağzımdan şu sözler dökülüveriyor "iyidir, gel bir kahve alalım!". Sonrası malum zaten... Buradaysa durum neredeyse tam tersi. Hem lisansüstü (grad) öğrenci sayısı bizim bölüme göre oldukça az, hem de insalar özellikle gelmelerini gerektiren bir durum yoksa bölüme uğramıyorlar. Durum böyle olunca da "dur bir kahve alayım!" dediğimde gerçekten de gidip sadece bir kahve alıyor ve masama dönüyorum. Yapacak başka bir şey olmayınca da bari çalışayım diyorum... Hangisini tercih ederim diye düşündüğümdeyse cevap ikisi de değil gibi gözüküyor.  İkisinin arasında bir şey bulmak lazım, ama açıkcası bu nasıl olur diye de herhangi bir fikrim yok...

14 Şubat 2012

Dunedin Botanik Bahçesi

Dunedin 1863'de kurulmuş oldukça büyük bir botanik bahçesine sahip. Bahçe şehrin merkezi ve kuzeydeki banliyölerin arasında yer alıyor. Aynı zamanda kampüse de komşu. Alt ve üst bahçe diye iki kısmı var. Alt bahçe daha çayır çimen düz bir alan. En fazla gül olmak üzere bir çok değişik çiçek var. Ayrıca (oldukça besili) ördek tayfasının takıldığı küçük bir havuz ve arada küçük konserler düzenlenen bir de sahne var. Millet buraya piknik yapmaya geliyor. Gerçi Dunedin'in geneline hakim olan sakinlik burada da var. Etrafta pek insan yok. Tabi bu durumda burada her yerin park, bahçe vs. olmasının da bir payı olabilir.

                                    Alt bahçe                                                         Ördeklerin havuzu

                                            Bu da ördek                           

Üst bahçeyse Asya, Afrika, Amerika vs. şeklinde dünyanın çeşitli yörelerine göre tematik bir şekilde düzenlenmiş. Burada bir terasın etrafına kurulmuş bir Akdeniz bahçesi de var. Manzarası da oldukça güzel. Üst bahçenin bir bölümü artık balta girmemiş orman kıvamına gelmiş. Bu bölgede sadece küçük patikalar var. Burası her ne kadar medeniyete beş dakika mesafede de olsa insanda bir kaşif olma hevesi doğurmuyor diyemem.

                      Akdeniz Bahçesi'nden manzara                              Balta girmemiş orman


Aslında İstanbul'da da çok az sayıda olsa da buna benzer yerler var, ancak buralara ulaşım genelde pek kolay değil. Ulaşsan bile etraf genelde ya bakımsız ya da mezbelelik halde oluyor. İki dakika çimene yatayım desen ya bir tarafına bir şey batar, ya da bekçi gelir ateist misin diye dürter? Yoksa tinerci miydi?

Baldwin Sokağı

Dunedin'deki Baldwin Sokağı dünyanın en dik sokağıymış. Gittim gördüm (tepesine çıkmaya üşendim, sadece alt ucundan baktım). Kabul ediyorum, oldukça dik bir sokak ama dünyada benzer bir sürü sokak olduğuna eminim. En basitinden Kınalıada'daki çarşının sonundan manastıra çıkan sokak (Fırın Sokak'dı sanırım) bile bunun kadar diktir. Az tırmanmadım, ordan biliyorum! Zaten bu herşeyin bir rekoru olsun olayından gına gelmişti, bu da tuz biber ekti. Bir ara da Bursa'da Melike Döner dünyanın en büyük dönerini yapmıştı. Ona da pek gülmüştüm (döneri süper, ona laf yok! ulan canım çekti be!).

Baldwin Sokağı

Not: Sokak cidden dik bu arada, fotoğrafta pek belli olmamış.